Ahmet Kaya | Biyografi
Ahmet Kaya’nın 1957 sonbaharında doğduğu şartlar düşünüldüğünde, ömrünün çoğunu sonbaharlarla geçireceğini tahmin etmek pek de güç değildi aslında. Ne kumaş fabrikasında işçi olarak çalışan babasının dünyayı değiştirmek gibi bir iddiası vardı ne de doğduğu şehir Malatya’nın ve ailenin kırk metrekarelik evinin dünyanın güzelliklerini rahatça görebilecekleri bir penceresi. Belki doğanın her türlü nimetiyle onurlandırdığı topraklardı doğduğu topraklar; ama dünyanın o yöresinde görülebilecek pek bir güzellik yoktu o yıllarda. İkinci Dünya Savaşı’nın iyiden iyiye yoksullaştırdığı Türkiye, küçük Ahmet’in doğumundan üç yıl sonra cumhuriyetin ilk büyük askerî darbesine şahit olacak, idam sehpalarında başbakanlarını, bakanlarını görecekti. Otuz dört yıllık genç cumhuriyet, çok büyük acılara gebeydi. Binlerce yıldır din uğruna, altın uğruna ve hatta bazen bir kadın uğruna onlarca ırktan milyonlarca insanın kanının döküldüğü Anadolu topraklarının acısı dinmeyecekti kim bilir kaç yıl daha.
Beşinci ve son çocuktu Ahmet. Babası Adıyaman’dan Malatya’ya iş bulmak uğruna göç etmiş bir Kürt, annesi çocuklarını namuslu ve iyi yetiştirmeye çalışan bir Türk’tü. Türkiye’nin o yıllardaki özeti gibiydiler yani biraz. Ahmet’in otoriteyle uyuşmazlığı daha dört-beş yaşlarında iken sokakla tanışmasıyla başladı. Sakin ve kendi halinde yaşayan ailenin dünyayla çatışan, dışa dönük ve disipline edilemez bireyiydi o. Sinemaya gidebilmek için dedesinin ayvalarını manava satıyordu bazen, bazen mahallenin başıboş eşeğine binip zamanın en ünlü gazetesinde günlük bant olarak yayımlanan çizgi roman kahramanı Kara Murat olup kötüleri kılıçtan geçiriyordu.
Müziğe olan ilgisini keşfeden babası, Ahmet henüz altı yaşındayken nerdeyse boyu kadar bir bağlamayı doğum günü hediyesi olarak eve getirdi. Ailenin yemek parasından artırılıp alınan bu bağlamanın engellenemez bir fırtınanın ilk esintisi olduğunun kimse farkında değildi elbette. Sanki bir uzvu eksik doğmuştu da Ahmet, o bağlama eve gelince tamamlandı vücudu.
Birkaç ay içinde bağlamadan çıkardığı seslerle tüm aileyi bıktırdı. Oysa ona göre artık sahneye çıkmanın zamanıydı belki de. İnsanlar dinlemiyorsa o, dinleyecek birilerini mutlaka bulacak kadar inatçıydı. İlk konserini, bahçedeki kümeste tavuklara verdi. Tavuklar mutlu oluyor muydu bilinmez; ama Ahmet bu parasız konserleri uzunca bir süre devam ettirdi. İlk gerçek sahnesi içinse dokuz yaşına kadar beklemek durumundaydı. Dokuz yaşına geldiğinde babasının çalıştığı fabrikanın işçilerinin düzenlediği işçi bayramı gecesinde kendini sahnede buldu. İşçiler Ahmet’i dinlemeyi, Ahmet kendini dinleyen işçileri çok sevmişti o gün… Yüz binlerce insanın, işçinin hayatlarının yeniden darmadağın olacağı ikinci darbeye üç yıl vardı. O gece ne oradaki işçiler ne de Ahmet, çok yakın bir gelecekte işçi bayramını kutlamak şöyle dursun, işçi kelimesini bile kullanamayacaklarını bilmiyorlardı.
Türkiye on binlerce üniversite öğrencisini, işçisini hapishanelerde çürümeye yollarken 1970 darbesine damgasını vuran olay, Amerikan emperyalizmine karşı duran henüz yirmili yaşlarının ortasındaki üç sosyalist gencin, hiç kimseyi öldürmedikleri ve yaralamadıkları halde, hızla yapılan bir yargılamanın ardından idam edilmeleri oldu. Ahmet on beş yaşındaydı. Anadolu toprakları, verdiği nimetlerin karşılığını almaya devam ediyordu. Bu toplumsal ve siyasal atmosfer eşliğinde bir kuşak daha büyüyor ve onların bilinci şekilleniyordu. Bu kuşağın tanıklık edeceği ilk haksızlık da bu olmayacaktı.
Ahmet okula gidiyor ve geri kalan zamanlarında bir aile dostlarının kaset, plak satan müzik dükkanında çalışıyordu. Bu dükkanda çalıştığı sıralarda, çok çeşitli müzik türlerini tanıma imkanı buldu. Özellikle dükkana gelen, Ruhi Su kasetleri alan ve bol paçalı pantolon giyen uzun saçlı gençler dikkatini çekmekteydi. Yıllar sonra kendi hayatını anlatan bir belgeselde onlara o zamanlar “Sucular” dediğini söyleyecekti. Ahmet’in Sucular dediği gençler, toplumsal duyarlılığı olan ve bütün dünyada 68 kuşağı olarak anılan kuşağın Türkiye’deki yansımasından başka bir şey değildi. Ahmet’in yazdığını hatırladığı ilk beste de o gençlerden biri olan, Volkswagen marka bir minibüsle dolmuşçuluk yapan ve bir süre yanında muavin olarak çalıştığı, çok sevdiği Başar Ağabey’i için yazılmıştır. Bir gün sokak ortasında aniden polis tarafından tutuklanıp götürülen Başar’ın durumuna çok üzülen Ahmet, “Bir Volkswagen alacağım, adını Başar koyacağım.” diye başlayan bestesiyle yüzlerce şarkılık bir repertuvarın ilk adımlarını attığını bilmemektedir elbette.
Aile, babanın emekli olması ve alınan emekli maaşının geçinmeye yetemeyecek kadar az olması nedeniyle Malatya’yı terk edip yeni bir iş ve çocuklar için daha iyi bir gelecek umutlarıyla İstanbul’a göç etme kararı alır. Dönem, tüm Türkiye’de göç dönemidir. Yüzlerce otobüs ve kamyon doğudan, batıdaki şehirlere ve özellikle de İstanbul’a her gün umut taşımaktadır. Her gün binlerce küçük çocuk, tıpkı Ahmet’in o zaman hissettiği büyük şehrin içlerine saldığı korkuyu ve bunun üzerlerine tüm ihtişamıyla çöküşünün ezilmişliğini yaşamaktadır. Ahmet, ilk kez gördüğü denizi kocaman bir dere sanmış, eşyalarının bulunduğu kolilerin üzerinde yazan “Malatya” yazısından dolayı küçümsendikleri bir şehre geldiklerini daha ilk gün anlamış ve yine daha ilk gün aynı dili konuştukları halde kendi konuşmasındaki aksan yüzünden “öteki” olduğunu fark etmiştir. Bu “fark”lılık, emeklerinden başka kaybedecek şeyleri olmayanları giderek yalnızlaştırmakta ve bu da çaresiz bir öfke mecrasına doğru birikmektedir.
Türkiye’nin batısı nüfus olarak kabardıkça toplum katmanları arasındaki uçurum büyümekte, siyasî kutuplaşmalar uçlara gitmekte, ülke her yeni gün en batısından en doğusuna daha fazla gerilmektedir. Üniversitelerden her gün yeni ölüm haberleri gelmekte, gün be gün kötüye giden ekonomi ve işsizlik, sokaklara taşan kalabalıklar yaratmaktadır. Ahmet, okulu bırakıp aile ekonomisine katkıda bulunmak için çalışmak zorundadır artık. Sokağı artık başka bir gözle tanımaya ve başka türlü algılamaya başlamıştır. Kızlı erkekli gezen İstanbul gençliğine çok özenir; ama onlar gibi giyinmenin kendisine yakışmadığını hissedip çok üzülür. Ne doğduğu ve bildiği kültürü tamamen bırakabilir ne de İstanbul’u Malatya yapabilir. Birçok vasıfsız işe girer çıkar o yıllarda. Kısa süreli de olsa işportacılık, çeşitli iş yerlerinde çıraklık yapar; ama asla bağlamasını bırakmaz. Müzikle yatıp müzikle kalkmaktadır. Ve tabii ki ülkenin içinde bulunduğu durum, ruh halini nasıl etkiliyorsa müziğini de etkilemektedir.
Çalışmaya başlayıp okulu bırakması, Ahmet’e sokağı daha fazla tanıma şansı vermiş; ama içinde bir yara daha açılmasına neden olmuştur. Konservatuvar okumak istemektedir; ama artık bu çok olası görünmez. Umudunu diri tutabilmek için liseyi dışarıdan bitirmeye karar verir. Ahmet’in iç depreminin en sarsıcı yıllarıdır bunlar. 70’li yılların ikinci yarısına doğru gelişen toplumsal muhalefet, kanalize olacak hiçbir alan bulamamakta, bu belirsiz iklim içinde en çok üşüyenlerden biri de tüm bunların farkında olarak hayata o yaşın heyecanıyla bakan Ahmet olmaktadır. Ne olacağını bilememenin ötesinde, yıllar sonra kendisinin de anlatacağı gibi besteler yapmakta; var olma, biraz para kazanabilme çabasıyla umutsuzca sokaklarda gezmektedir. O günlerde, tamamen mutsuzlaştığı ve umutsuzlaştığı bir gün yanından geçtiği ve hiç tanımadığı insanların bulunduğu bir düğün salonuna girip kendini düğünde dans edenlerin arasına atarak delirmişçesine ve ağlayarak dans ettiğini yıllarca hiç unutmayacak ve birçok sohbette anlatacaktır.
Öteki olmanın, ayrıksı durmanın, çaresizliğin ve tutunamamanın birleştirdiği gençler, tüm idealizmleri ve hayatı değiştirme iddialarıyla her alanda örgütlenmeye başlamışlardır. Tüm devrimci arkadaşları gibi Halk Bilimleri Derneği’ne gidip gelmeye ve oradaki kültürel çalışmalara katılmaya başlar. Elbette orada da bağlaması elinden hiç eksik olmamaktadır. Daha ilk günlerden garipsenir Ahmet’in bağlama çalışındaki fark. Kendi başına öğrendiği için herhangi bir metoda ya da öğretiye uymamaktadır Ahmet’in çalış biçimi. O dönem, hayranı olduğu Ruhi Su’nun Boğaziçi Üniversitesi’ndeki bir dinletisine gider ve dinletiden sonra bir yolunu bulup “Usta”nın yanına ulaşmayı başarır. “Ruhi Su besteleri”ni kendisinin nasıl yorumladığını göstermek istemektedir Ruhi Usta’ya. Ruhi Usta’nın en bilinen eserlerinden “Mahsus mahal” isimli şarkıyı çalar. Usta, şarkıyı yarıda kesip bağlamayı Ahmet’in elinden alır ve kızarak “Öyle at teper gibi bağlama çalınmaz, kavga edilmez bağlamayla, bağlama ile meşk edilir.” der. Ahmet, şaşkınlıkla oradan uzaklaşır; ama tabii ki bildiğini yapmaya devam edecektir. Ustanın sözleri Ahmet’i daha da biler, o güne kadar pek denenmemiş şeylerin peşindedir hep. Besteleri de bilinen hiçbir tarzın içine girmediğinden garipsenmektedir.
Halk Bilimleri Derneği’ndeki arkadaşlarıyla müzik ve halk oyunları gösterileri sunmak amacıyla Türkiye’nin çeşitli yerlerine giderler. Bir yandan çeşitli dernek ve sendikaların ya da öğrenci kuruluşlarının düzenlediği bu ‘Devrimci Geceler’de, dönemin âşıkları ve sanatçıları ile birlikte sahneye çıkan Ahmet, bağlamasını öfkeyle çalıp devrimci marşlar ve türküler söylemekte, diğer yandan tüm toplumsal duyarlılığı ile halkın içinde, onların somut ve yaşamsal taleplerine yanıt olabilmek amacıyla onlarla dayanışmaktadır. Van Depremi sonrası kamyonlarla eşyalar toplayıp depremzedelerin yanına giden devrimci gençlerin içinde de bir gecekondu mahallesi oluşumundaki dayanışmada da Ahmet vardır.
1 Mayıs 1977’de Taksim Meydanı’ndaki işçi bayramı kutlamalarında, çevre binalardan bugün bile hâlâ kimler tarafından açıldığı bilinmeyen otomatik silah ateşi altında yanı başındaki arkadaşlarını yitirir Ahmet. Ayakkabısının kalan tekiyle oradan sağ salim kurtulsa da arkadaş ölümlerine tanıklık etmenin ilk acısını, masum içerikli bir afişi asarken gözaltına alınarak ‘içerde’ olmanın nasıl bir duygu olduğunu yaşamıştır artık.
Muhalif ve öfkeli kalabalıklar, kendilerine bir ‘yarın’ kurabilme telaşı ve hazırlığı içindeyken liseyi dışarıdan bitirip Eğitim Enstitüsü’nün Keman bölümüne girdiği sıralarda, Halk Bilimleri Derneği’nde Emine isimli bir kızla tanışır; çok geçmeden yakınlaşan ve kendilerini aynı saflarda hisseden iki genç, evlenmeye karar verirler. Nişanlanırlar; ancak bu ülkede her erkeğin hayata atılmadan önce yapması gereken bir görev vardır: Askerlik. 1978 yılında, Ahmet yirmi bir yaşındayken keman eğitimini yarıda, nişanlısını ardında bırakarak on sekiz ay sonra dönmek üzere askere gider.
Askerliği Gelibolu’ya çıkar. Kısa sürede müziğe ilgisini ve kabiliyetini keşfeden komutanları onu orduevinin orkestrasında görmek isterler. Askerliğinin tamamını orkestranın joker elemanı olarak geçirir. Birçok müzik aletiyle kurduğu bağını burada geliştirir. Bağlamayla yaptığı müziğe kafasında kemanla kattığı batı motifleri, askerdeyken çello gibi daha klasik aletleri mecburiyetten çalmasıyla daha da gelişir.
Askerlik dönüşü daha saçları bile uzamadan hem Ahmet’in hayatının hem de Türkiye’nin üçüncü ve en büyük darbesi geliverir. 12 Eylül sabahı Türkiye, askerî marşlarla uyanır. Tüm kabine ve Cumhurbaşkanı, tutuklanarak hapse atılır ve sokaklarda bir sürek avı başlar. Ahmet’in birçok arkadaşı yakalanarak kimsenin bilmediği yerlere götürülür, gidenlerden haber alınamamaktadır. Askerlik öncesinde birkaç kez gözaltına alındığı ve Halk Bilimleri Derneği ile olan bağlantısı yüzünden kendisini de aynı akıbetin beklediğini düşünüp gergin günler yaşamaya başlar. Türkiye’nin üzerinden tank paletleri geçmektedir. Bugünkü tahminlere göre 600.000 kişi çeşitli nedenlerle tutuklanır, binlerce kişi işkencelerde hayatını yitirir, binlerce kişi kaçak yollardan yurtdışına kaçıp çeşitli ülkelere sığınır. Türkiye, kötü yönetilmenin cezasını, gencecik ömürleri tüketerek ödemektedir.
Ahmet tutuklanmaz; ama yapayalnız kalmıştır. Tüm arkadaşları, neredeyse tanıdığı herkes hapishanelerde ya da bilinmeyen bir yerlerdedir. 1981 yılı Ahmet’e bir başka büyük acıyı daha getirir. Nisan ayında hayatta en değer verdiği, o güne dek Ahmet’in müziğine gerçekten inanan tek insan olan babasını o yıl sonsuzluğa uğurlarlar. Ahmet kimseye görünmeden, babasının ona aldığı ilk bağlamayı eline alıp günlerce sokaklarda ağlar.
Emine ile Ahmet evlenmiş, aylar geçtikçe darbenin içinde yaşamayı öğrenmişlerdir. Ahmet müzik yapıp içindekileri anlatmak, hapishanelerdeki dostlarına sesini ulaştırmak istemektedir; ama artık geçindirmek zorunda olduğu bir de evi vardır. Zira çok geçmeden 1982 yılı Ağustosu’nda çiftin bir kızları olur. Çiğdem koyarlar adını. Ahmet alır bağlamasını eline ve bir şarkı yazar; Çiğdem’e doğduğu dünyanın kötülüğüne ağlamamasını, geleceğe ilişkin umutları taze tutmak gerektiğini söyler şarkısında: “Ağlama bebeğim, ağlama sen de, umut sende, yarın sende… Çok uzakta öyle bir yer var; o yerlerde mutluluklar, paylaşılmaya hazır bir hayat var...”
Kısa bir süre sonra Ahmet’in albüm yapmak peşinde olması, evi geçindirecek parayı kazanamaması, Emine’yi gelecek kaygısına sürükler. Bir gün hiç haber vermeden, o sıralarda birkaç aylık olan bebek Çiğdem’i de alarak evi terk eder Emine ve boşanırlar. Bir kez daha, bağlaması ve Ahmet yapayalnızdırlar.
1984’e gelindiğinde Ahmet ısrarla şarkıları cebinde, müzik şirketlerinin kapısını aşındırmaktadır. Şarkılar da, Ahmet de yorulmuştur artık. Bilinen hiçbir türe benzememesi ve toplumsal içeriği yüzünden korkulması nedeniyle hiçbir firma yanaşmaz Ahmet’in albümünü yapmaya; ancak dipten derinden Ahmet’in adı ve şarkıları dillerde dolanmaya başlamıştır. Birkaç arkadaşının yardımıyla Hodri Meydan Kültür Merkezi ve Bilsak’ta dinleti düzenler ve afişlerinde de Ruhi Usta’nın kendine söylediği cümleye gönderme yapar: “Bağlama Böyle de Çalınır!”
Bu dinletinin umulanın çok üzerinde ilgi görmesi üzerine, elde kalan küçük bir para, arkadaşlarının ve annesinin de küçük katkılarıyla Ahmet yine Beyoğlu’nda, Sezer Bağcan’ın Değişim Stüdyosu’nda alır soluğu. Albümünü kendi yapacaktır. Sezer Bağcan, değişik şarkıları olan bu istekli genci çok sever ve başlarlar albüme. Şarkıları o dönem için çok tehlikelidir. Öyle şarkıları yayımlamayı bırakın, dinlemek bile suç olabilecek, hapishane kaçınılmaz son olacaktır; ama Ahmet şöyle der: “İş yok, sokaklarda aç geziyoruz, terk edildim, bebeğim bana gösterilmiyor, tüm arkadaşlarım da zaten içerde. Şarkılarımı söyler, arkadaşlarımın yanına giderim…” Ancak Ahmet ileride kendisinin de itiraf edeceği gibi hapse girmek istemekte; ama orda çok durmak istememektedir. Albümdeki onca eleştirel şarkının içine bir de Türk ordusunun Kurtuluş savaşındaki kahramanlığını anlatan bir şarkı koyar… Kafalar karışacaktır!
Albüm kısa sürede ve zor şartlarda biter. Bitmiş bir albüm satmasa da fazla ticarî bir risk getirmeyeceğinden bir firma bulması zor olmaz Ahmet’in. Çiğdem’e yazdığı şarkının adı olan “Ağlama Bebeğim” adıyla yayımlanır albüm 1985 yılının Nisan ayında. Hemen ardından İstanbul’un o günlerdeki en prestijli salonlarından biri olan Şan Tiyatrosu’nda da tek başına bir konser verir ve salon hiç beklenmedik şekilde tıka basa dolar.
“Ağlama Bebeğim” albümü yayımlanır yayımlanmaz toplatılır ve Ahmet gözaltına alınır. İlk mahkemede hâkim, Ahmet’in “Ağlama Bebeğim” şarkısındaki “Çok uzakta öyle bir yer var, o yerlerde mutluluklar” sözlerine takılmıştır. O güzel yerlerin nereler olduğunu sorarlar Ahmet’e! Yargılama kısa sürer, belki de o kahramanlık şarkısının kafa karıştırmasıyla ve Danıştay kararıyla albüm serbest bırakılır. Firma ve Ahmet, albümün satışının serbest bırakıldığını gazeteye ilan vererek duyurur. “Ahmet Kaya’nın yasaklanan “Ağlama Bebeğim” isimli albümü mahkeme kararıyla serbest bırakılmıştır.” içeriğiyle çıkan ilan, albüme olan ilgiyi artırır. Hiç beklenmedik bir şekilde albüm önce hapishanelerde, sonra sokakta inanılmaz bir ilgi görmeye başlar. Ahmet, albümüyle yüz binlerce siyasî tutsağın ve onların ailelerinin sesi olmuştur.
Hapse 1980’de girenlerin bir kısmı yavaş yavaş hapisten çıkmaya başlamıştır. İkinci albüm için yeniden Değişim Stüdyosu’na girilir. Değişim Stüdyosu’nun sahibi Sezer Bağcan, ünlü sanatçı Selda Bağcan’ın ağabeyidir ve Selda da darbeden sonra çok kısa bir süre Metris Askeri Cezaevi’nde yatmıştır. Selda hapisteyken oradaki kızlardan biri ile çok yakın bir arkadaşlık kurar. İşte o kız; Gülten Hayaloğlu, dört yıl yatıp hapisten çıkınca, dostu Selda Bağcan’ın ısrarı üzerine Değişim Stüdyosu’nda çalışmaya başlar. Ahmet’in ikinci albümünün kayıtları sırasında Gülten ve Ahmet stüdyoda uzun süre sohbet etme imkanı bulurlar, dünyaya karşı aynı duygularla dolu iki gencin uzun sohbetleri kısa sürede su sızmaz bir arkadaşlığa dönüşür. Gülten, Ahmet’in ilk albümünü onunla tanışmadan dinlemiş ve çok beğenmiştir zaten; ama birçok kişi gibi o da Ahmet’in yüzünü bilmiyordur tanışana kadar. Çok geçmeden ikinci albüm “Acılara Tutunmak” yayımlanır ve o sıralarda da Gülten’le aralarındaki dostluk aşka dönüşür. İkinci albüm de hiç reklam yapılmadan dilden dile dolaşarak inanılmaz satış rakamlarına ulaşır. Bu mutluluğu, sevdiği kadınla yaşayacaktır Ahmet.
Albümler satmakta; ama para kazanılamamaktadır. Birçok yerde konser vermeye başlar Ahmet tek başına, bağlamasıyla. Birçok konserde gözaltına alınır, tutuklanır. Bu sırada Gülten’le evlenmişlerdir. O günlerde Gülten hapishanede tanıdığı bir idam mahkumunun, Nevzat Çelik’in annesine yazdığı şiiri Ahmet’in önüne koyar: “Şafak Türküsü”. 1986 yılıdır ve hâlâ yüz binler hapishanelerde, haklarında karar bile alınamamış, yıllardır mahkemelerinin bitmesini beklemektedir. Hapishane önleri ağlayan anneler ve babalarla doludur. Üçüncü albüm, Ahmet’in bestelediği “Şafak Türküsü” adıyla çıkar. Ahmet bir kez daha toplumun kanayan yarasını anlatmış, bir kez daha sistemin yaramaz çocuğu olmuştur. Gözaltılar ve sorgular hiç bitmez; ama Ahmet artık iyiden iyiye tanınan ve çok tartışılan bir isimdir. 1986 Şafak Türküsü’nün yılı olurken, 1987 Gülten-Ahmet çiftinin kızları Melis’in dünyaya gelmesiyle Ahmet’in ikinci babalığının da yılı olur. Ahmet, asıl Melis’te yaşayacağı baba olma duygusunun heyecanıyla inanılmaz üretkendir ve yepyeni bestelere peş peşe imza atmaya başlar.
1987’de, gazetelerde “çok satanlar” listeleri de moda olmaya başlamıştır. Ahmet’in o yıl çıkan “An Gelir” albümü, liste başına oturunca gerçek satışlar ve Ahmet’in ne kadar çok dinlendiği resmî olarak da ispatlanmış olur. O güne dek herhangi bir kategoriye sokulamayan Ahmet’in müziği belki de gazetelerin tür saptama gereği duymasından, yeni bir tür ismi yaratır: Özgün Müzik. Ahmet, kendi kulvarını açmış ve onun müziğinin adı konulmuştur artık.
Gülten’in şair bir ağabeyi vardır: Yusuf Hayaloğlu. Yusuf, Şişli’deki küçük atölyesinde tasarım, yontu ve grafik işleri yapmaktadır. Ağabeyinin şiirlerini ve üretkenliğini bilen Gülten, bu şiirlerle Ahmet’in müziğinin buluşmasından iyi bir sonuç çıkacağına inanmakta, şarkı sözü yazmayı hiç düşünmeyen Yusuf’la Ahmet’i ortak üretimde buluşturmayı çok istemektedir. Bir gün Tarabya sırtlarında hep birlikte yemekteyken bu konuda sürekli direnen Yusuf, Ahmet’in önüne ilk şarkı sözü denemesini koyuverir: “Hani Benim Gençliğim”. Yıllarca dillerden düşmeyecek, Türkiye’de bir fenomen olacak ve ellerinden tüm sevdiği şeyler alınmış bir gençliği anlatan bu sözleri okur okumaz Ahmet ağlamaya başlar. Gece eve döner dönmez bir çırpıda besteler sözleri. Takip eden günlerde yine Yusuf’un birkaç şarkı sözünü de besteleyip kendi şarkılarının yanına koyan Ahmet, 1987 yılının Kasım ayında “Yorgun Demokrat” adlı albümünü yapar. Albüm yine defalarca yargılanır; ama yine liste başlarından inmez ve Ahmet’in başarısının, sistemle uyuşmazlığının, muhalifliğinin geçici olmadığı kanıtlanır.
Ahmet üretmeye devam ederken işçilere, öğrencilere, Türkiye’nin her yerinde hak ettikleri yaşam için mücadele ettiğine inandığı mağdurlara şarkılarıyla destek olmaya gider; bir yandan konserler veriyorken, öte yandan ardı ardına albümler yapmaya da devam eder. 1988’in Ağustosu’nda “Başkaldırıyorum” ve 1989 Nisanı’nda tek bağlamayla verdiği konser kayıtlarından oluşan “Resitaller” albümünü piyasaya çıkarır. Her iki albüm de bir kez daha dönemin en çok satan albümleri olurken özellikle “Resitaller”in tek enstrüman ve iki mikrofonla kaydedilmiş bir albüm olarak listelerin başına yerleşip uzun süre inmemesi de bir ilk olarak tarihe yazılacaktır.
1990 yılında ilk kez çok geniş bir alanda konser verme şansı bulan Ahmet’in Gülhane Parkı’ndaki konserine 70.000 biletli, tahmini 150.000 kişi gelir. Konserde büyük olaylar çıkar, polis havaya ateş açar ve seyircilerden çok sayıda yaralanan olur. Ahmet, bir kez daha, bir seyircinin sahneye atlayıp boynuna doladığı fuların sarı-kırmızı-yeşil renklerinin Kürt simgesi olması gerekçesi ile yargılanır.
Profesyonel anlamda müziğe başladığı yıllarda Ahmet’in bu kadar geniş kitleye ulaşabilmiş olmasının diğer ilginç tarafı da o dönemde Türkiye’de hiçbir özel televizyonun bulunmayışı, sadece devlet televizyonu ve radyosunun bulunmasıdır aslında. Yani Ahmet Kaya yasaklı olduğu için işitsel ve görsel hiçbir medya organında duyulmuyor, görülmüyor, şarkıları çalınmıyor, adı bile anılmıyordur. Konserlere ağırlık vermeye devam eder Ahmet. Onu sadece bir resim olarak tanıyan hayranları da gittiği her yerde konser salonlarını tıka basa doldurur.
Ahmet’i o yılların gazete kupürlerinde genellikle ya yargılanırken, ya konserlerinde çıkan olaylar nedeniyle, ya üniversitelerdeki antidemokratik uygulamaları protesto eden öğrencilerin eylemlerine destek olmak için açlık grevlerinde, ya grev yapan işçilerin yanında ya da mahkum yakınlarına yaptığı yardımlar sırasında görebiliyoruz.
80’lerin sonuna doğru Türkiye birkaç yıl önce askerî izinler ve yönlendirmelerle kurulan meclisiyle çok partili demokrasiye geri dönmüş olsa da, hâlâ hapishaneler 12 Eylül 1980 darbesiyle hapse girenlerle doludur ve ülke gerçek demokrasiden çok uzaktır.
1982 yılında yapılan ve darbe anayasası olarak anılan anayasa yürürlüğe girse de, akademisyenler, uygulayıcılar, siyasal partiler, dernekler, sendikalar, basın-yayın organları tarafından şiddetle eleştirilmektedir.
Eylül’ün o ağır koşullarında başlayan ve hâlâ süren davalarda, mahkemeler idam cezaları, müebbetler veriyor; sesleri kısılmaya çalışılan tüm bir kuşak karalanıyor, kötüleniyor, iyi ve güzel olan her şeyden soyutlanmaya çalışılıyordu. Kendisini yeniden hayatın içine sürmeye çalışan gençliğin, hayatı değiştirme ütopyası sürse de, onlar cezaevlerindeki direnişleriyle umutlarını ayakta tutmaya çalışsalar da daha uzun yıllar boyunca paylarına sadece acı düşecekti. Bu ülkeyi ve bu halkı kendimizden daha çok sevdik diyen bu gençler düşlerinin cezasını çekiyorken Türkiye’nin ilk özel televizyonları da o yıllarda kurulup yurtdışından Türkiye’ye yayın yapmaya başlarlar. Bundan sonra Ahmet Kaya ilk kez televizyonlarda boy gösterecek ve halkla daha yakından tanışacaktır. Onun muhalif dilini, haksızlıklar karşısında hiç korkmadan ağzına geleni söylemesini daha yakından tanıma fırsatı bulan sevenleri ona daha fazla bağlansa da sistem, bu gidişata engellerini doz arttırarak koymaya devam edecektir; çünkü düşsüz bırakılmış bir kuşağın sesi olmuştur artık Ahmet. Tarihsel ve gündelik kaygıları bir arada yaşayarak üreten Ahmet’in üretimi ne kadar yok sayılırsa, onu benimseyenler o kadar çoğalır. Albümleri birçok ilde toplatılır, konserleri yasaklanır, hakkında onlarca yıl istenen davalar açılır.
Özel televizyonların çoğalması Ahmet Kaya’ya kendini ilk ağızdan anlatma fırsatını doğurduğu gibi, onun içindeki görsel sanat merakını da ortaya çıkarır. Eski şarkıları da dahil birçok şarkısına kendi yönetmenliğinde video klipler çeker. Ahmet artık Türkiye’nin en çok konuşulan, en popüler ve en çok satan birkaç sanatçısından biri durumuna gelmiştir. Bir muhalif olarak bu durumu doğru değerlendirme gerekliliğinin farkındadır Ahmet. Her adımında medya tarafından takip edilirken reytinginin yüksekliği nedeniyle birçok televizyon programına sıkça çağırıldığında, her fırsatta toplumsal mesajlarını verir. Doğru bildiklerini kendine has üslubuyla söylemeden duramaz. Medya için çok istek alınan bir malzeme olmakla beraber, ağır eleştirileri ve muhalif üslubuyla da yine medya tarafından hem çekinilen hem çok eleştirilen bir adam olur.
Bu yıllarda yurtdışı ve yurtiçi konserleriyle birlikte peş peşe, her biri satış rekorları kıran albümler yapar. Sırasıyla: İyimser Bir Gül (1989 Kasım), Resitaller 2 (1990 Mayıs), Sevgi Duvarı (1990 Ekim), Başım Belada (1991 Ağustos), Dokunma Yanarsın (1992 Temmuz), Tedirgin (1993 Nisan) albümlerini piyasaya çıkarır. Her bir albüm, listelerde en üst sıraya yerleşirken Ahmet Kaya çeşitli kurumlar ve gazetelerden onlarca ödül alır. Aynı yıllarda, her siyasi görüşten Ahmet Kaya taklitleri piyasaya çıkmaya başlar. Piyasayı saran birçok albümün kapağında Ahmet Kaya gibi giyinmiş, Ahmet Kaya gibi sakalı olan, Ahmet Kaya gibi duran sanatçılar vardır ve bunlar, Ahmet Kaya müziğine benzetilmeye çalışılan şarkılar söylemektedirler. Öyle ki bunların çoğunluğunda Ahmet Kaya’nın şivesinden kaynaklanan bazı kelimelerin farklı vurgusu bile aynen Ahmet Kaya gibi söylenmiştir.
Ahmet’in dünya üzerinde en çok merak ettiği ülkelerden biri Küba’dır. 1993 yılında eşi Gülten, kızları Melis ve bir grup arkadaşıyla Küba’ya, 1 Mayıs kutlamalarına giderler. Küba’da birçok sanatçıyla ve hükümet görevlisiyle tanışır Ahmet. Dönüşte Küba’nın ünlü Tropicana grubunun bir kısmını Türkiye’ye davet eder. Davet üzerine Türkiye’ye gelen Tropicana’dan dokuz kişilik bir ekibi kendi evinde de misafir eder Ahmet ve gelirinin tamamı Kübalı çocuklara kalmak üzere on altı konserlik bir turne yaparlar.
Bu dönemde Ahmet Kaya, Bosnalı çocuklar için, Danimarkalı işçiler için yapılan konserlere katılır. Avrupa’nın hemen her ülkesinde çeşitli yardım konserleri verir.
90’lar, Anadolu topraklarındaki bitmeyen kavgaların bir yenisinin iyiden iyiye alevlenmesiyle başlar Türkiye’de: Kürt sorunu. Türkiye’nin doğu ve güneydoğu illerinde PKK ile Türk ordusunun mücadelesi kısa zamanda etkisini tüm Türkiye’de gösteren bir iç savaşa dönüşür. Türkiye’nin dört bir yanında her gün olaylı, gösterili cenazeler kaldırılır. Anneler oğullarına ağlarken doğuda Kürt nüfusun çoğunlukta olduğu bölgelerden de neredeyse her aileden birkaç kişi dağlara çıkıp savaşmaya başlamakta, yas hiç bitmemektedir. “Kürt diye bir şey yok, Kürtçe diye bir dil yok.” denildikçe Kürt kökenli vatandaşlar PKK saflarına geçmekte; PKK tarafından gelen saldırılar çoğaldıkça devlet, önlemlerini sertleştirmektedir. Savaş ortamının gergin günleri ve sert önlemler sırasında medya, Kürt sözcüğünü korkulacak bir sözcük haline getirir. Artık Kürt demek, PKK demekle neredeyse özdeşleştirilir. Milyonlarca Kürt ve Türk binlerce yıldır dost olarak yaşadıkları bu coğrafyada, birer yabancıdırlar artık. PKK saflarında hiç bulunmadan, PKK ile hiçbir ilişkide olmadan Kürt dilinin ve kültürünün kabul edilmesi ve buna saygı görmesi gerektiğini söyleyen birçok insan da vatan haini ilan edilmeye başlar. Bunlardan biri de Ahmet Kaya’dır.
Medya’nın uzattığı hemen her mikrofonda, her konserinde, her televizyon programında bu sorunu dile getirir Ahmet Kaya. Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünmesini değil, daha da birleşmesini istediğini ve tam demokratik bir Türkiye Cumhuriyeti’nde her ırktan insanla kardeşçe yaşamak istediğini anlatmaktadır her seferinde; ancak devletin bu ülkede Kürtlerin de yaşadığını kabul etmesi, Kürt dilini ve kültürünü tanıması, doğudaki Kürt nüfusun yoğun olduğu yerlere daha iyi eğitim ve yaşam koşulları getirilmesinin gerektiğini vurgular hep. Hiçbir zaman, hiçbir örgütü desteklemediğini, sanatın örgütler üzeri olduğunu ve örgütlü sanat yapılamayacağını, sadece kendi doğrularını söyleyip şarkılaştırdığını, en doğusundan en batısına kadar Türkiye’yi çok sevdiğini, Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünü savunduğunu, ancak “Kürt diye bir şey yok.” demenin sorunu hiçbir şekilde çözmeyeceğini söyler durur. Ahmet “Kürt” dedikçe basında çıkan Ahmet Kaya haberleri sertleşir.
1994’te çıkardığı “Şarkılarım Dağlara” albümü yayımlanır yayımlanmaz çok açık arayla listelerin başına oturur. Albümden üç parçaya aralıklarla çekilen klipler tüm televizyonlarda en çok istenen klipler olurlar (Saza niye gelmedin, Kum gibi, Ağladıkça). Bu albümde hâlâ dillerden düşmemiş şarkılardan “Ağladıkça”nın söz yazarı ise eşi Gülten Kaya’dır.
Şarkılarım Dağlara, bugüne kadar resmî 2 milyon 800 bin satışla, kırılması çok zor bir rekora ulaşmıştır. Türkiye’de bandrolsüz, yasadışı kaset ve CD üretiminin bandrollü satıştan çok yüksek olduğu gerçeğinden yola çıkılırsa bu satışın aslında birkaç kat daha fazla olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Albümün hemen ardından Kanal D ile bir program anlaşması yapar Ahmet Kaya. Gülten Kaya ve Yusuf Hayaloğlu ile hazırladığı programın adı “Ahmet Abi’nin Vapuru” dur. Bu programda konuk ettiği sanatçılarla şarkılar söyler ve ülke gündemini konuşur. Programdaki kürsüsünü de sıklıkla barış, kardeşlik ve demokrasi çağrıları yapmak için kullanır. Ülkenin dört bir yanından konuk ettiği sanatçılarla Türkiye’nin çok kültürlülüğündeki zenginliği vurgular. On üç hafta süren bu programların her birinde, ağırlıkla Yusuf Hayaloğlu’nun yazdığı ve kendisinin yönetip oynadığı şiir klipleri çeker.
1995 yılında Türkiye, her cumartesi günü Beyoğlu’nda Galatasaray Lisesi’nin önünde bir araya gelen ve kayıp çocuklarını aradıklarını söyleyen annelerle tanışır. Çok geçmeden “Cumartesi Anneleri” adını alacak bu sivil inisiyatif, annelerin engellenmesi ve gözaltına alınmalarıyla gündeme oturacaktır. Cumartesi Anneleri, çeşitli siyasi gerekçelerle polis tarafından sorguya alınmış ve kendisinden bir daha haber alınamamış çocuklarını arayan annelerden oluşmaktadır. Birçok şarkısında zaten anne kavramını kutsamış olan Ahmet Kaya, Cumartesi Anneleri’nin safında yer alır ve o yıl, yani 95’te çıkardığı albüme ismini veren parçayı da Cumartesi Anneleri için yazar: “Beni Bul (anne)”.
Bu başkaldıran sert adam ifadesinin altında hiçbir zaman asık bir surat taşımamıştır Ahmet Kaya. Onu tüm tanıyanların çok eğlenceli, esprili, ilginç, hazır cevap ve çok zeki olduğunu söylediklerini rahatlıkla ifade edebiliriz. O, aslında hep mahallenin başıboş eşeğinin üzerinde düşmanları kovalayan çocuk olarak kalmıştır bir tarafıyla. Konserlerden ve müzik çalışmalarından fırsat buldukça ailesi ve dostlarıyla geniş sofralarda yemekler yemek, onlara yemek yapmak, sabaha kadar sohbet etmek, çeşitli şakalar hazırlayıp onları tuzağa düşürmek en büyük keyiflerindendir. Kızı Melis’le vakit geçirmeye, elektronik aletler alıp onların içini açarak incelemeye, kamerasıyla kurguladığı sahneleri çekmeye bayılır. Para mefhumu pek gelişmemiştir. Kızı ve eşinin geleceğini garantilemek dışında neredeyse hiçbir elle tutulur yatırım yapmaz. Birçok turneden geri beş parasız döner. Organizatör parayı ödemez; ama onu bekleyen insanların bir suçu olmadığı düşüncesiyle yine de çıkar konsere, ihtiyacı olduğunu düşündüğü birilerine cebindeki tüm parayı verir, bazı konser gelirlerinin tamamını kendisine eşlik eden müzisyenlere dağıtır. Bu tavrını da “Ben istediğim zaman zaten para kazanırım.” diye açıklar.
’96 yılında ilk üç albümünden seçme şarkıları yeniden düzenleyerek ve albüme iki de yeni parça koyarak hazırladığı “Yıldızlar ve Yakamoz” albümü, yine en çok satan albüm koltuğuna oturur. Albümdeki yeni şarkılardan “Yakamoz” ve onun klibi bir kez daha döneme damgasını vuracaktır.
Her yaptığı albüm olay olduğu gibi her söylediği de olay haline getirilir Ahmet Kaya’nın. Kürt dili ve Kürt kültürüne yaptığı vurgular nedeniyle iyiden iyiye basının hedefi haline gelen Ahmet, artık herhangi bir konuda söylediği herhangi bir cümle ile de boy hedefi haline getirilmektedir. Türkiye’de eskiden köylerde berberlerin diş çekmesi, sünnet yapması gibi alışkanlıklar olduğundan söylenegelen bir deyimi Ahmet Kaya söyleyince basının yönlendirmesiyle Berberler Federasyonu ayaklanır. Bir programda bir konuğun Tokatlı olduğunu söylemesi üzerine gülerek “Bak, Tokatlılar tehlikeli adamlardır.” diye espri yapmasına Tokatlılar ayaklanır. Aynı dönemlerde fazla milliyetçi bulduğu çeşitli sanatçılara da kendi üslubunca, nüktedan göndermeler yapar.
Türkiye’de radikal İslam ve radikal sol görüş baştan beri zıt kutuplardır ve asla adları bir arada anılmaz. Birbirlerine yaptıkları sert eleştiriler, birçok kez gündem olmuştur ülkede. ’97 yılında İstanbul Belediye Başkanı, şu anda Başbakan olan Tayyip Erdoğan’dır ve bir mitingde okuduğu şiir yüzünden yargılanarak 9 ay hapse mahkum edilir. Bu mahkumiyet üzerine İslamcıların yoğun protestosu sürerken sol kesimden kimse sesini çıkartmaz. Ahmet Kaya’ya mikrofon uzatılır ve Ahmet Kaya “Demokrasi hepimiz içindir. Düşünce özgürlüğünün benim için ne kadar var olması gerekiyorsa, Tayyip Bey için de o kadar olması gerekir. Kimse okuduğu bir şiir yüzünden özgürlüğünden alıkonulmamalıdır!” deyince Ahmet Kaya bu kez sol kesimin yoğun tepkisiyle karşı karşıya kalır. Aynı zamanlarda üniversitelere başörtüleriyle girmek isteyen ve alınmayan İslamcı öğrencilerin eylemlerine de aynı demokrasi tanımıyla “Ben takım elbise giyebiliyorsam o da başörtüsü takabilmelidir.” diyerek destek olunca gazetelerin köşe yazılarında demokrasi ve özgürlük kavramlarıyla ilgili derin bir tartışma başlar. Bunun üzerine Ahmet Kaya “Beni sağcılar sevmez, beni solcular sevmez, beni İslamcılar sevmez, peki kardeşim kim bu benim albümlerimi alan milyonlarca insan, kim bu konserlerime gelen on binler?” diyerek halktan kopuk siyaset üreten köşe yazarlarını ve sanatçıları eleştirir.
Gülten ve Ahmet çifti, Ahmet’in çalışmalarını daha özgür ve rahat yapabilmesi ve yeni yetişen genç, kabiliyetli müzisyenlere albümler yapabilmek için bir stüdyo ve bir yapım firması açmaya karar verirler. GAK (Gülten Ahmet Kaya) ismini verdikleri bir müzik yapım firması ve aynı isimle bir de stüdyo kurarlar. Bu stüdyoda yıllardır Ahmet Kaya’nın asistanlığını yapmakta olan Çetin Oraner ve beş konservatuvar öğrencisinden kurulu Kent Ozanları adlı gruba albümler yapılır, onların klipleri Ahmet Kaya yönetmenliğinde çekilirken Ahmet Kaya da ’98 Mart’ında ilk kez kendi stüdyosunda kayıtlarını yaptığı “Dosta Düşmana Karşı” albümünü bitirir.
“Dosta Düşmana Karşı” da en çok satan albümler sıralamalarında birinciliği çok geçmeden alır. Albümden “Giderim” ve “Korkarım” isimli parçalara çekilen klipler o yıl uzunca bir süre en çok istenen ve yayımlanan klipler olur. Ahmet, birçok şarkısını tamamladığı son bir albümden sonra birkaç yıl için müzik çalışmalarını ağırlaştırıp artık kafasında yıllardır kurduğu ve senaryosunu yazmaya çalıştığı “Mülteci” isimli filmi çekmek istemektedir. Hatta sinema ve tiyatro sanatçısı dostlarıyla bir araya geldikçe rol paylaştırmaya bile başlamış, filmi için uygun mekânlar aramaktadır.
Ahmet Kaya’nın sanat hayatı boyunca aldığı ödülün net sayısını bilemiyoruz; ancak birçok kez çeşitli kurumlar, televizyonlar, gazeteler, dergiler tarafından halk oylamalarıyla yılın sanatçısı seçildi. Birçok yardım kuruluşu ve demokratik kitle örgütlerinden onur ödülleri aldı. Neredeyse her albüm sonrası olduğu gibi ’98 yılında da bu kez Magazin Gazetecileri Derneği’nin halk oylarıyla belirlediği “Yılın Sanatçısı” Ahmet Kaya olmuştu.
10 Şubat 1999 gecesi Türkiye’nin en ünlü sanatçılarının ve simalarının bulunduğu bir salonda yapılıyordu ödül töreni ve Show TV’den canlı yayımlanıyordu tüm Türkiye’ye. Herkes sırasıyla çıkıp ödülünü alıyordu sahnede. Sıra Ahmet Kaya’ya geldi, yılın sanatçısıydı Ahmet Kaya. Bir kez daha sahneye alkışlarla çıktı, ödülünü aldı ve “Giderim” isimli şarkısını söylemek için mikrofonu eline alıp şu konuşmayı yaptı:
“Ben bu ödül için İnsan Hakları Derneği’ne, Cumartesi Anneleri’ne, tüm basın emekçileri ve tüm Türkiye halkına teşekkür ediyorum. Bir de bir açıklamam var: Şu anda hazırladığım ve önümüzdeki günlerde yayımlayacağım albümde bir KÜRTÇE şarkı söyleyeceğim ve bu şarkıya bir klip çekeceğim. Aramızda bu klibi yayımlayacak yürekli televizyoncular olduğunu biliyorum, yayımlamazlarsa Türkiye halkıyla nasıl hesaplaşacaklarını bilmiyorum.”
Salonda derin bir sessizlik oldu…
10 Şubat gecesi, o açıklamadan hemen sonra başladı daha önce hiç rastlanmamış ve hiçbir sanatçının yaşamaması gereken senaryo. Yaptığı konuşmaya karşı çeşitli protesto sesleri yükselirken Ahmet Kaya, elinde ödülü, her zamanki tavrıyla, gülümseyerek şarkısını söyledi. Şarkısını bitirince mikrofonu bırakıp yerine doğru yönlenmesiyle bazı sanatçıların(!), gazetecilerin, magazin dünyasının bilinen isimlerinin masalarından önce yuhalamalar yükseldi ve hemen ardından sağdan soldan Ahmet’e çatal bıçak fırlatmaya başladılar. Ahmet, en dipte eşi Gülten ve birkaç arkadaşının oturduğu masaya güçlükle varabildi. Ortalık fena halde karışmıştı. Tüm Türkiye’nin gözleri önünde, canlı yayında kameraların ve ayaklanmış insanların arasından Ahmet’in acı gülümsemesi görünüyordu. Birkaç garson ve sanatçı Ahmet ve Gülten’e atılan çatalların, yemek artıklarının arasında durmaya çalıştılar. Tam bir arbede yaşanıyordu. Ahmet “Kürtçe” demişti çünkü.
Sunucular durumu toparlamak için alelacele sıradaki şarkıcıyı sahneye çağırdılar. Bu şarkıcının, bu hassasiyetin üzerine son derece provakatif davranarak, şarkısının sözlerini değiştirerek (“Bu devirde kimse sultan değil, hükümdar değil,padişah değil/ Atatürk yolunda tüm Türkiye/ bu vatan bizim/ellerin değil”) gibi bir kahramanlık marşı haline getirerek okuması, arkasından da bir eğlence gecesinde 10. Yıl Marşı’nı okumasının hemen ardından Türkiye’nin en ünlü anchormanlerinden biri sahneye atlayıp salonda bulunan tüm sanatçıları marş söylemeye çağırdı. O sırada Ahmet, güvenlik ve kamera çemberi içinde salonu terk ediyordu. Salon hain(!) bir adam ve eşinden temizlendikten sonra, gece olanca coşkusuyla(!) devam etti.
Kaya çifti uzun yıllardır yargılamalara ve gözaltına alınmaya alışıktılar; ama 11 Şubat sabahı hiç yaşanmamış bir yargılamayla baş başa kalmışlardı. Ülkenin birçok gazetesi olayı baş sayfadan vermiş, tüm ana haber bültenleri dakikalarca bu haberi geçmiş ve Ahmet’i vatan haini ilan etmişti.
Daha bitmemişti ama… 14 Şubat günü ülkenin en yüksek tirajlı gazetesi Hürriyet, en büyük puntolarıyla baş sayfasına “Ayıp Ettin Gözüm” başlığı attı. Mahkemeye asla sunulmayan, 1993 yılında Berlin’de çekildiği iddia edilen ve sahne arkasında Türkiye topraklarının bir kısmını Kürdistan olarak gösteren Ahmet Kaya konseri fotoğrafı yayımladı. İlk sorgudan sonra tutuklanıp cezaevine gönderilen Ahmet Kaya, aynı gün avukatlarının yaptığı itirazla serbest bırakıldı. Ahmet serbestti şimdilik; ama basın tarafından ablukaya alınmış evlerinde Gülten, Ahmet ve Melis yapayalnız kalmışlardı. Çok yakın birkaç dostları dışında çevrelerini sarmış olan onlarca kişiden, her gün defalarca arayan ve birlikte şarkılar söylediği sanatçılardan hiçbiri çaldırmadı telefonlarını. Televizyonlar ilk haber olarak hain Ahmet’i anlatıyorlardı haber bültenlerinde. Melis on bir yaşındaydı, bir yanı başındaki babasına, bir televizyondaki ‘vatan hainine(!) bakıp anlam vermeye çalışıyordu olanlara.
Kocaman bir yalnızlığa sürüklenen aile, posta kutularına bırakılan isimsiz mektuplar ve telefonlarla ölüm tehditleri alıyorlar, kızlarını okula büyük bir kaygı ile gönderiyorlardı. Ahmet sokağa çıkmayı bir kez denediğinde marşlarla ve tükürüklerle karşılandı.
Devam eden duruşmalarda, pasaport kayıtlarıyla 1993’te Ahmet’in Almanya’ya hiç gitmediği kanıtlansa da, basında çıkan o fotoğraf tüm yazışmalara rağmen Hürriyet gazetesi tarafından mahkemeye sunulmasa da, Ahmet resmin fotomontaj olduğunu ve olmasa dahi özellikle yurtdışında bir konserde sahne dizaynından sanatçının sorumlu tutulamayacağını ne kadar söylese de, hiçbir gazete bunları yazmadı. Kimse Hürriyet gazetesine ’93 yılında hainliğini tespit ettiği bu adama ’94 yılında neden “Yılın Sanatçısı” ödülü verdiğini sormadı ve kimse savcının iddianamesinin sadece televizyonlardaki yorumcuların cümlelerinden ibaret olduğunu fark etmedi, etmek istemedi.
Yapayalnız geçti sonraki günler. Ahmet, stüdyosundan çıkmıyor ve geleceği göremediği için alelacele yeni albümdeki şarkıları kaydetmeye çalışıyordu. Çok aşırı kilo almaya başlamış ve cildinde problemler oluşmuştu. Dostlarının bir telefon açmamasına, bir merhaba dememelerine çok içerlemişti. Hayatı boyunca bir film yapmak istemişti Ahmet; ama başkalarının yazdığı bu senaryoda başrol oynamayı hiç benimseyemedi.
İlk mahkemede Savcı, “Vatana İhanet” suçlamasıyla 13 buçuk yıl hapsini istedi; Ahmet de on iki sayfalık bir savunma yaptı. Savunmasında, kendisini hiçbir yere ait görmeyecek kadar dünyalı, duygularını hiçbir biçimde daraltmayacak kadar evrensel yaşayan bir müzik adamı olduğunu, dünyanın bütün dillerini, dinlerini, uluslarını ve onların kültürlerini, inançlarını, şarkılarını sevecek ve onlara hoşgörüyle bakacak kadar büyük bir yüreğin sahibi olduğunu söyledi. “Başka bir dilden, örneğin İtalyanca, Arapça ya da İngilizce şarkı söyleyeceğimi açıklasaydım, yine vatan haini ilan edilir miydim, her an yanı başımızda duyduğumuz ve konuşulan bu dili ben bilmediğim halde, bilen ve konuşan milyonlarca insanla aynı topraklarda yaşıyor olmam gibi nesnel bir gerçekten yola çıkarak bu dilden bir tek şarkı söyleme isteğim, bütün bir Türkiye halkı ve çocuklarımın önünde ‘Vatan Haini’ olarak suçlanmamı mı gerektiriyor sizce?” diye sordu mahkemeye.
Mahkeme, delillerin toplanması için ileri bir tarihe ertelendi.
Mahkemeden sonraki gün gazeteler on iki sayfalık savunmanın tek kelimesini yayımlamadılar. Sanık Ahmet Kaya gazetelerin baş sayfalarında “Yavşak”, “Soysuz”, “Şerefsiz”, “Alçak”, “Fikirsiz fikir suçlusu” diye anılırken kimse Ahmet’in okuma yazma bilen iki kızının olduğunu umursamadı.
Ahmet’in imzaladığı bir Avrupa turnesi anlaşması vardı. Yurtdışına çıkma yasağı konulmuştu. Mahkemeye tekrar başvuruldu ve mahkeme, yasağı kaldırdı.
1999 Haziranı’nda Kürtçe şarkıyı stüdyosunda söyleyip kaydettiği gecenin ertesinde, sabah 4’te yağmurlu bir İstanbul’a kırgın, yorgun ve bir dost uğurlaması olmaksızın veda etti.
Ve Paris… Ahmet Kaya, Avrupa’da konserlerini veriyor ve Türk basını Ahmet’i izliyordu. Basın, Ahmet’in her söylediğinden anlamlar çıkarıp üzerine geldikçe Ahmet hırçınlaşıyor, yalnızlaşıyordu. Her cümlesi manipüle ediliyor, her konser haberi çarpıtılıyor, yazılı basın ve TV’lerin ana haber bültenleri onun en birleştirici cümlelerini en kıyıcı cümleler haline getirerek yayımlıyorlardı. Tüm bunlar yeni dava konuları oluşturuyordu.
Bir konserinde “…Birkaç şerefsizin yüzünden bana yaşatılanları, ülkemden bu kadar uzakta kalmayı ve içine düşürüldüğüm bu durumu içime sindiremiyorum. Kürt realitesinin kabul edilmesini istiyorum. Türkiyeli Kürt Ahmet olarak yaşamak istiyorum.” diyor, bu cümle ertesi günün gazete manşetlerinde “Vay Şerefsiz” üst başlığı ve “Ahmet Kaya 64 milyona hakaret etti.” cümleleriyle yer alıyordu. O, cevap hakkını kullanmak istiyor ve/fakat yaptığı açıklamalar hiçbir gazetede ya da televizyonda yer almıyordu.
İçeriğinde “Benim hesabım Türk halkıyla ya da Türkiye Cumhuriyeti’yle değil, benim sorunum kendim gibi ağlayan Kürt halkıyladır.” cümleleri yer alan haber, “PKK militanı gibi” bir başlıkla sunuluyordu.
“Bir Boşnak ‘Ben Boşnağım.’, bir Ermeni, ‘Ben Ermeniyim.’ vs. diyebiliyor. Neden bizim milletimiz ‘Ben Kürdüm.’ diyemiyor? 70 yıldır Yunanistan ile savaşan Türkiye onunla barışabiliyor da neden 1500 yıldır birlikte yaşadığı Kürtlerle barışamıyor?” şeklindeki konuşmasına yer veren gazete bu haberi, ‘Kaya yine kin ve küfür kustu.” başlığı ile verme gereği duyuyor.
Bu başlıkların her biri yeni bir dava konusu oluşturuyor ve Ahmet’in ülkesine dönme isteği fiilen ve hukuken imkânsızlaşmaya başlıyordu.
Ahmet, hayatının hiçbir evresinde kendi toprakları dışında yaşamayı planlamamış olsa da ülkesinin en önemli ulusal gazetelerinden biri, büyük bir pervasızlıkla ve hiçbir belge ya da kanıta dayandırmadan, Ahmet Kaya’nın Fransa’dan oturma izni aldığını başlıktan vererek aylardır yürütülen bu bilinçli anti-kampanyayı başka bir boyuta taşıyordu.
Ahmet bir yandan tüm bu olup bitenleri algılamaya çalışıyor, diğer yandan da içindeki her şeyi, her zamanki içtenliği ve açık sözlülüğü ile dillendirip kendisiyle Paris’te röportaj yapan bir başka gazeteciye şunları söylüyordu:
“Bak gözüm, ülkemin insanlarına selam götür ve söyle onlara: Bir kere de benim için baksınlar pencereden gökyüzüne; ama ne olur, unutma da söyle, bir kerecik de olsa benim gözlerimle baksınlar, tıpkı Mecnun’un Leyla’ya bakışı gibi…”
Gülten bir yandan neredeyse her hafta Paris’teki sürgün evine, Ahmet’e moral olmaya gidiyor; bir yandan buradaki süreci tek başına taşıyor, çocuklarla ve işlerle ilgileniyor; diğer yandan her ay DGM’lerin yolunu tutup Ahmet’in duruşmalarına giriyor ve tüm bu yalnız günler onu paramparça ediyordu.
Girdikleri her duruşmada avukatları gazete başlıklarına dikkat çekerek bunların kamuoyunu olumsuz etkilediğini ve müvekkilleri hakkında bir linç ortamı oluşturduğunu söyleyerek konuya dikkat çekseler de, bu linç kampanyası hızını artırarak sürüyordu.
Aleyhinde açılan ilk dava Ahmet Avrupa’dayken sonuçlanıyor, mahkeme Ahmet Kaya’ya 3 yıl 9 ay ceza veriyordu.
Tutuklama kararı ve yakalama emri verildiği için dönmedi Ahmet. Paris’te, kendini anlatabilmenin yollarını aramaya karar verdi. Bir basın toplantısı düzenledi, başına gelenleri anlattı. Tüm Türk basınından temsilciler vardı toplantıda. Ertesi gün hiçbir gazete yine tek bir kelime yazmadı Ahmet’in anlattıklarından.
Aylar geçti. Her konuşmasında kendisine yapılan haksızlığı anlatmaya çalıştı. Her konuşmasında kızlarını, eşini, annesini, ülkesini, halkını ve sevenlerini nasıl özlediğini, onu bir kez aramayan dostlarına nasıl üzüldüğünü anlattı:
“Ben Türkiye’nin ceza yasalarından hiçbirini ihlal ettiğimi düşünmüyorum. Adam öldürmedim, kimseyi dolandırmadım, hiçbir yeri soymadım, vergi kaçırmadım, namussuzluk yapmadım, uyuşturucu satmadım… Sadece düşündüklerimi söyledim. Şu anda Paris’in orta yerinde olmaktansa İstanbul’daki evimde, bir ayağı kırık mangalımın başında olmayı; isimlerini bilmediğim şarapları içmek yerine, kokusunu ve lezzetini hiç unutmadığım bir kadeh rakı içmek isterdim ya da Boğaz’a inerek köfte-ekmek yemeyi… Ve ardından, cila yerine geçecek bir bardak bira içmeyi... Devamında da eve, her zaman olduğu gibi, sokaklardaki polislerle şakalaşarak gitmeyi isterdim. Farkındaysanız, ‘Ahmet Kaya Özel Linç Programı’ bir ritüel halinde devam ediyor. Beni ülkemden gönderdiğinizi düşünüyor ve sonra da geri dönüp dönmeyeceğimi merak ediyorsunuz. Oysa ben zaten ordayım ve kolay kolay da başka bir yere gitmeye niyetim yok.” dedi.
Gülten ve Melis sürekli ona gidiyorlardı; ama aile dağılmıştı neredeyse. Melis’in okulu, yarım kalan üretim ve yalnız kalan şarkılar, İstanbul’da kurgulanmış bir hayat…
Ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Yine bir Paris ziyareti yapıp Ahmet’le küçük bir tatil yaptılar. Gülten, Ahmet’in çok yorgun ve çökmüş olmasından endişe ediyordu; ülkesinden uzak bırakılmak, içindeki yalnızlık duygusu ve haksızlıkla mücadele etmek Ahmet’i iyiden iyiye sarsmıştı.
Hayatında belki de ilk kez bu kadar derin bir umutsuzluğa kapılmıştı, ne olursa olsun dönmek istiyordu artık, vatanını özlüyordu… Ablasını, yeğenini ve Gülten’in büyük ağabeyini (Ahmet’in çok sevgili dostunu) kaybetmişlerdi ve Ahmet ülkesine dönememişti. Yaşlı ve acılı annesi ile ablası bir kez gidebildi yanına.
Tuhaf, adını koyamadıkları bir ‘ayakta olma hali’ sürmekteydi Paris’te. Ne tam göç etmişti oraya ne tam olarak yurdu belliydi Ahmet’in. Paris’in ortasında ülkesini yaşamakta, büyük bir dikkatle gelişmeleri izlemekteydi. Hiç sevmediği yalnızlık, üstelik de hiç tanımadığı yerlerde koynuna almıştı onu. Başlangıçta çok kısa süreli olacağını ümit ettikleri geçici yerleşme durumu, artan belirsizliğe rağmen bir türlü kalıcılığa dönüştürülemiyor, Ahmet Paris’teki sürgün evinde her an İstanbul’daki evine dönecekmiş gibi yaşamaya çalışıyordu.
Okuyor, Kürtçe ve Fransızca dersler alıyor, konserlere gidiyordu. Tüm parçalarını ülkesinde bırakmış, yepyeni projeler için heyecanla kurduğu ses kayıt stüdyosu, Gülten’in de bin parçaya bölünmesiyle neredeyse kaderine terk edilmiş, o stüdyonun bahçesinde her akşam sevdikleriyle bir araya geldiği mangallı sofralar bitmiş, gece yarıları bahçeye çıkıp oynadığı kangal köpekleri yapayalnız kalmıştı. Melis, âşık olduğu babasının korunaklı koynundan uzakta, okuluna gidiyor ve dış dünyada olup biteni kendi başına ve gücünün yettiğince göğüslemeye çalışıyorken annesi paramparça durumda DGM’ler, ailenin tüm gidişatı, çocuklar, iş, genel durum ve en önemlisi Ahmet’i sırtlamış olarak, onun moralini yüksek tutmaya çalışıyordu.
Neredeyse her hafta Paris’e gitmesine rağmen bu gidişler Ahmet’e yetmiyor; ama bir başka ülkede yerleşik hayata geçmeyi de planlayamıyorlardı.
Gülten’le Paris sokaklarında uzun yürüyüşlere çıkıyor, akşamları evde haber başında ülkesini takip ediyor ve neler olup bittiğini Gülten’in yorumlarıyla da anlamaya çalışıyordu. Ne olmuştu da altını çizdiği yaşamsal gerçek, patlamaya hazır bir bomba gibi hayatının ortasına düşerek tüm hayatını ve üretimini havaya uçurmuş ve onu böyle vurmuştu? Kendisine o kadar çok soru soruyordu ki…
Peki, başka türlü nasıl yaşanırdı? Rahatsız olmaz mıydı insan zaten yok sayılan bir gerçeğe kendi gözünü de kapattığında? Peki, o zaman sanatın işlevi olabilir miydi? Kendisini, üretimini, varlık koşulunu başka türlü nasıl anlamlı kılabilirdi bir insan? Bu bir ‘karar’ değildi ki…Bu bir hissedişti, bu içsel bir durumdu ve asla planlayarak ve karar alarak olmazdı zaten. Onu rahatsız eden bir tarih vardı, yalancı bir tarih ve o bunun üzerindeki örtüyü aşağıya indiriyordu sözleriyle. Olması gereken bu değil miydi zaten? Herkesin yapması gereken, özellikle sanata düşen bu değil miydi? Dünya sanat tarihinde bunun onlarca örneği yok muydu? Peki, o halde neden sadece kendi sesini duymuştu ve hâlâ neden sadece kendi sesini duymaktaydı?
Fransa, bir muhalif portre olarak Sartre’ı ne güzel kucaklamıştı ve bu tarihsel tavrı Fransa’yı dünya demokrasi tarihinde nasıl da onurlu bir ayrıcalığa oturtmuştu.
Bitmek bilmeyen sorgulamalardı bunlar ve tüm bunların bir gün kendi ülkesinde de tolore edileceğinin umudu içindeydi hep… Kendisi göremeyecek olsa bile… Öngörüsünden uzağa düşmeden, bunun bedelini de sırtına alarak yaşamaktı onunki.
Küçük keyiflerle avunmaya çalışıyor, evde çiğ köfte yapmayı deniyor, ya kıymayı ya maydanozu beğenmiyor, yanlış yere park ettiği otomobili çekilince sinirleniyor ve dilini bilmediği bu ülkede, bu detayların her biri ona ülkesini özletiyordu.
Akşamları, Türkiye’deki televizyonlardan bir siyasi tartışma programını izlerken İstanbul’daki Gülten’i arıyor, telefonu saatlerce açık tutarak programı onunla birlikte izliyor ve karşılıklı yorumlar yapıyorlardı birliktelermiş gibi. Sabaha karşı yeniden arıyor ve Melis’in uykusundaki soluğunu duymak istiyordu. Her defasında karar alıyordu, gidecekti… Herkesin, Ahmet Kaya’nın tüm gemileri yaktığını sandığı bir aşamada, mecazî anlamda, bir kenarda bağlı tuttuğu umutla yüklü küçük sandala binecek ve karanlık sularda ülkesine doğru yol alacaktı.
Yeni şarkılar yapıyor; ama bilinmez bir içgüdüyle ve kendisi için kurduğu stüdyoda özgürce çalışamamanın tepkisiyle hiçbirini kaydetmiyordu… Sinema yapma kararı giderek öne çıkıyor, kurguladığı hikâyelerle ilgili ön araştırmalar yapıyor, teknik ekibi oluşturuyor, mekânlar bakmaya çıkıyordu. Fransa’da, İspanya’da, İtalya’da ülkesine benzer yerler arıyordu durmadan.
Tüm bunların yanı sıra, biten davasını temyiz etmeye karar vermişlerdi avukatlarıyla.
Birilerinin bilinçli iradeleriyle giderek açılıyordu ülkesiyle arasındaki mesafe ve giderek uzaklaştırılıyordu ‘dönüş’ umudundan. Hiç değilse içinde Kürtçe şarkının yer aldığı son albümünü çıkarmak istiyordu. Sürgün öncesi moralsizliğiyle yaptığı okumalardan hoşnut olmuyor, Gülten’in GAK adlı stüdyolarında yaptırdığı mix denemelerini dikkatle dinliyor ve/fakat içine sindiremiyordu bu ‘uzak’ çalışmayı. Her gidişinde farklı bir mix denemesi götürüyordu Gülten Ahmet’e. Sonunda, Hamburg’ta bir ses kayıt stüdyosu ile konuşup Aralık ayında tüm okumaları ve mixi yeniden yapıp ne pahasına olursa olsun albümü çıkarmaya karar veriyorlardı.
28 Ekim’de, doğum gününde, Paris’te bir kez daha bir araya geliyordu Kaya çifti.
Ahmet sıkıntılı, tipik bir sürgün hastalığı olan ve ağırlıkla stresin ürettiği ülserinden şikâyetçiydi. Çok sık ağrılar yaşıyordu ve onu böyle görmek Gülten’i kahrediyordu. Paris’teki dostlarıyla, bir Ermeni lokantasında kutluyorlardı doğum gününü… Ve karar veriyordu Gülten:
Kasım ayında, Melis’in bir haftalık okul tatilinde Ahmet’in yanına gittiklerinde onu kendisi doktora götürecek ve gözüyle görerek muayene ettirecekti. Bu kararını oradaki dostlarına iletiyor ve şimdiden randevu alınmasını istiyordu.
Nihayet, 11 Kasım’da Melis’i, Ahmet’in deyimiyle ‘en gerekli ilacı’ yanına alarak bir haftalığına Paris’e gidiyordu. 17 Kasım için randevu alınmıştı bile. İstanbul basınından gelen tüm röportaj taleplerini reddeden Gülten, Kanal 7 için yapılması düşünülen söyleşiyi, o sıralar ana haber bülteni sunucusu olan Ahmet Hakan’la konuşarak kabul ediyor ve onlara 16 Kasım günü için Paris’te randevu veriyordu.
15 Kasım günü, oradaki sevgili dostları Deniz’in tercümanlık refakatiyle doktora gidiliyor, gerekli ön ilaçlar alınarak 17 Kasım’daki hastane randevusuna hazırlanılıyordu.
Son kez ve son derece keyifli bir akşam yaşadılar…
Gülten ve Melis, 16 Kasım 2000 sabahı Paris’teki evde bir gürültüyle uyandılar. Koridorda boylu boyunca uzanmış duruyordu Ahmet. Çok çabaladılar; ama Ahmet’in yorgun ve kırgın kalbi yeniden çalışmayı reddetti.
Ardında, biri henüz yayımlanmamış 18 albüm, 200 kadar şarkı, tüm Türkiye halkının hafızasında en az bir mısra bırakıp gitti ozan. Kırk üç yaşındaydı kalbi, içindeki hüznü taşıyamayıp durduğu sabah. Ertesi gün onu uğurlamaya Türkiye’den ve Avrupa’nın her yerinden 30.000’in üzerinde seveni geldi Paris’e. Hep bir ağızdan şarkılarını söyleyerek aşkın ve tarihin mezarlığı Peré Lachaise’e teslim ettiler Ahmet’i.
Aynı günün gazeteleri, onun bu yolculuğunu; “Yorgun Demokrat Öldü.” , “Kürtçe Kaseti Çıkaramadı.”, “Kalpten Öldü.”, “Ahmet Kaya Kalbine Yenildi.”, “Sürgünde Öldü.”, “Memleketine Küs Gitti.”, “Yorgun Demokrat, Kalbine Yenildi.” , “Yılmaz Güney’in Yanında Yatacak.”, “An Gelir Biter Muhabbet”, “Yüreğimizdesin.” gibi başlıklarla verdiler.
Ahmet, Türkiye’de Kürtçe şarkıların serbest(!) bırakıldığını; sonsuzluğa gittiği yıl Diyarbakır Demokrasi Platformunun ona “Barış Ödülü” verdiğini; Gülten’in, onun isteği üzerine GültenAhmetMelis (GAM) ismiyle bir yapım ve yayın firması kurarak 2001’de çıkardığı “Hoşçakalın Gözüm” adı verilen 18. albümünü ve onda yer alan Kürtçe şarkıya Gülten’in arşiv görüntülerinden montajlayarak yaptığı ve CD’lerini de içine koyarak neredeyse her eve ulaştırdığı video klibini; 2002’de Türkiye’nin çok tanınmış yirmi sanatçısının ona, onun şarkılarını söyleyerek çok ihtiyacı olan o selamı “Dinle Sevgili Ülkem” albümüyle gönderdiklerini; 2003’te daha önce hiç yayımlanmamış on bir şarkısının “Biraz da Sen Ağla” adıyla GAM Müzik tarafından yayımlandığını; hayranlarının öldüğüne inanmamasına saygıyla, albümün kapağında 2003 yılında İstanbul’da bir tramvay durağında oturup yokluğunda yapılan albüme bakarken resmedildiğini; bu şarkıların bazılarına artık sadece arşiv görüntüleriyle video klipler yapıldığını; yüzlerce şarkısı için peş peşe çıkarılan NOTA KİTAPLIĞI SERİSİ’ni; BAŞIM BELADA ismiyle yazılan ve Kürtçe’ye de çevrilen kitabı; kendisi için yazılan şiirleri, bestelenen şarkıları; adına kurulan Web sitesinde 115 bine yakın seveninin buluştuğunu; tomurcuğunun (Melis’inin) ortaokul ve lise diploması aldığını, bunları kutlamak için yıllar öncesinden aldığı değerli viskinin Gülten ve Melis tarafından hâlâ saklandığını; Çiğdem’in bir üniversiteli olduğunu ve daha bir çok şeyi göremedi…
Onu yapayalnız bırakan dostlarının şimdi meydanlarda Kürtçe şarkılar söylediğini; halkın, Ahmet Kaya adını bayrak gibi taşıdığını göremedi. Ve en önemlisi, Ahmet kendisini hain ilan eden gazetelerin köşe yazarlarının birer birer ona yapılan haksızlığı yazmaya başladıklarını, onu yalnız bıraktıkları için duydukları pişmanlığı anlattıklarını, hatta onu ölümsüz ilan ettiklerini, Ahmetsiz bir Türkiye’nin çok renksiz kaldığını söylediklerini, onun şarkılarından vazgeçemediklerini, tıpkı onun son bir yılında ısrarla söylediği gibi “bir şarkıyla bir ülkenin bölünmeyeceğini” anladıklarını göremedi…
Önemli köşe yazarlarının, onun arkasından yazdıkları yazılara, “Penceresiz kalmak”, “Ve… Son…”, “Ölürsem Beni Topraklarıma Gömün”, “Arkadaşım Ahmet ve Kadere İsyan”, “Artık Seninle Duramam…”, “Ben Buyum İşte”, “Ölmek Ne Garip Şey Anne”, “Aynı Daldaydık”, “Yeterince Acı”, “Ahmet Kaya Öldü, Vatan Bölünmekten Kurtuldu”, “Onu Yalnızlık Öldürdü”, “Sazın Teli Koptu” gibi başlıklar attıklarını göremedi...
Dinleyicilerinin, halkının sevgisinin dünyanın her yerinde varlığını inatla sürdürdüğünü, giderek büyüdüklerini-çoğaldıklarını, doğan çocuklara kendisinin ve Gülten’in isminin verildiğini göremedi…
Belki bugün hâlâ yüz binlerce insanın onun şarkılarını dinleyip onu özlediğini, ömrünün sonunda özgürce dolaşamadığı sokaklarda şarkılarının her gün binlerce kez çalındığını, Peré Lachaise’de dünyanın her yerinden birçok değerli muhalifle paylaştığı ebedî mekânına, özlemiyle öldüğü toprakların bağrından çıkmış ve üzerinde onun Türkiye’sinin motifleriyle (Ege’den nazar boncuğu, Orta Anadolu’dan gözyaşı şişesi, Kastamonu yazmalarından sonsuzluk sembolü servi ağacı, Osmanlı İstanbulu’ndan lale, Mezopotamya uygarlığının savaşçı giysilerini süsleyen Güneş tasviri, Hitit Güneşi’nden bir parça, Kütahya çinilerini süsleyen karanfil, mey, zurna, erbane, vazgeçilmez bağlaması, onun evrensel müzik anlayışını simgeleyen piyano, doğduğu coğrafya ve onun genel siluetini temsilen Mardin evleri, yaşadığı ve üretimini gerçekleştirdiği ve terk etmek zorunda bırakıldığı şehri İstanbul’un siluetinden Galata Kulesi ve Galata evleri, sadece Anadolu topraklarında, kayalıklarda ve yüksek yerlerde varolan, karın kalktığı sıralarda baharın habercisi olarak açan (ve onun en sevdiği çiçek olan) kardelenlerle süslenmiş bir yapıyla anıtlaştırıldığını görebilseydi, ona o hepimizin yakından tanıdığı gülümsemesini iade etmiş olabilirdik. Ve belki dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir sanatçı, hiçbir insan, bir daha anadilinde bir şarkı söylemek uğruna linç edilmezse ona yaşatılanlara bir daha asla üzülmeyecektir şimdi bulunduğu yerde…
Onu artık yorganının üzerindeki Mezopotamya Güneşi ısıtacak.
Şarkıları elbette hiç susmayacak.
Bir daha asla, hiç kimsenin kendi kimliğinden vurulmayacağı bir ülke özlemiyle;
Ahmet Kaya’yı hayatın ve tarihin haklı adaletine teslim etmenin huzuruyla...
“Tarifi imkânsız acılar içindeyim Gurbette akşam oldu, yine rüzgâr peşindeyim
Yurdumdan uzak yağmurlar içindeyim
Akşam oldu
Sürgün susuyor…”
(Ahmet Kaya’nın mahkemede yaptığı savunması…)
Sayın Mahkeme; İddianameyi okudum. Yazılı ve ayrıntılı olarak hazırladığım savunmamda, iddianamedeki suçlamalara tek tek cevap vereceğim. Yazılı savunmamda belirttiklerim dışında soracağınız başka sorularınız olursa, onları da yanıtlayacağım.
1985 yılından beri profesyonel müzisyenim. Evliyim ve biri on yedi, diğeri on iki yaşında, ikisi de öğrenci olan kızlarım var. Yüzlerce şarkı bestelemiş, birçok şarkı sözü yazmış, her yıl milyonlara varan ve aşan satışıyla ve dinleyicisiyle ‘yılın en çok satan albümleri’ listesinde yer alan on yedi albümü olan, her biri binlerce-on binlerce kişilik salonlarda (Türkiye ve Avrupa ülkelerinde) sayısız konserler yapmış, her biri kendi dalında ‘Yılın Erkek Şarkıcısı’ ünvanı taşıyan onlarca ödülün sahibiyim.
Kırk iki yaşıma kadar bu ülkede Türkçe düşünmüş, Türkçe şarkılar yapmış ve Türkçe söylemiş birisiyim. Kendisini hiçbir yere ait göremeyecek kadar dünyalı, duygularını hiçbir biçimde daraltmayacak kadar evrensel yaşayan bir müzik adamıyım. Dünyanın bütün dillerini-dinlerini-uluslarını ve onların kültürlerini, inançlarını ve şarkılarını sevecek ve onlara hoşgörüyle bakacak kadar büyük bir yüreğin sahibiyim.
Bir ödül daha aldım ve bütün hayatım değişti. Bilinen ve bilinmeyen bazı güçler tarafından bir gecede ‘hain’, ‘bölücü’, ‘yavşak’, ‘cahil’, ‘fikirsiz fikir suçlusu’, ‘şaklaban’ ilan edildim. Türkiye’de ‘medya’yı temsil eden herkesin bir arada olduğu bir mekânda bana verilen ödülü alırken şarkılarımı bestelemem sürecinde beni motive eden bütün dinamiklere, yani yaptığı olumlu çalışmalarla İnsan Hakları Derneği’ne, annelere olan hassasiyetimden ve bıkmadan-usanmadan kayıp evlatlarını arama çalışmalarını sürdüren ve benim gözümü yaşartan Cumartesi Anneleri’ne, basına emek veren herkese ve bütün Türkiye halkına teşekkür ettim. Ve bütün basının bir arada olduğu, haber alma haklarını eşit bir biçimde kullanacakları bir platformda doğal hakkımı kullandım ve orada bulunan hiçbir mantıklı insanın tersinden anlamayacağını zannettiğim yeni albüm çalışmamdan ve yeni repertuvarımdan söz ettim. Benzeri bir durumu farklı bir ülkede ve farklı bir sanatçı için tahayyül etmeye çalışın. Bilmediği bir dilde ilk defa şarkı söylemek isteyen bir sanatçı, magazin basını açısından ‘haber’ değeri taşımaz mı? Ben bu açıklamayı sizce başka hangi zeminde yapmalıydım? Magazin gazetecisi arkadaşlar bunu nasılsa benimle bire bir konuşup haber yapacaklardı. Bu ülkede nelerin ‘haber’ olduğunu hatırladığınızda bana mutlaka hak verecek ve bunda boşuna başka bir amaç aramayacaksınız; çünkü başka bir amaç yok.
İddia makamına temel oluşturan ve dünyanın hiçbir uygar ülkesinde, hiçbir hukuk devletinde ‘suç’ unsuru taşımayacağını düşündüğüm tavrım ve cümlelerim şöyleydi: “Önümüzdeki günlerde çıkaracağım yeni albümümde, Kürt asıllı olduğum için Kürtçe bir şarkı yapacak ve ona klip çekeceğim. Aramızda bu klibi ekranlarında yayımlayacak yürekte arkadaşların olduğuna da inanıyorum; ama eğer yayımlamazlarsa Türkiye halkıyla nasıl hesaplaşacaklarını da bilemiyorum.” Ben bu cümleleri magazin basınının ve sanatçıların olduğu, yani kendi dünyamız diye nitelendirdiğim bir topluluğun önünde ve bir kapalı salon toplantısında söylüyorum; çünkü bu sadece müzik ve magazin basını çevresini ilgilendiren bir durum. Bu durum dikkate alındığında ben nasıl bütün bir halkı “kin ve düşmanlığa tahrik” etmiş olabilirim? Eğer böyle ise, bana sırf bu açıklamamdan dolayı ‘bölücü’, ‘hain’, ‘düşman’ diyen ve oradaki insanları tahrik eden birkaç kişi (Kürt asıllı olmam sebebiyle) beni kendilerinden ayırarak halkı ‘sınıf, ırk, din, mezhep ayırımı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik’ etmiş olmuyorlar mı? Yoksa beni dinleyen milyonlarca insan ‘halk’ değil mi? Sayın Mahkeme, bunun hiçbir mantıklı açıklaması yoktur.
Üstelik son cümlelerim tamamen güler yüzlü ve içinde espri taşıyan bir içeriğe sahipti. Zira, kamu oyunun da bildiği gibi birçok televizyon kanalı video klipleri para karşılığında yayımlamakta; ama halkın sevdiği ve talep ettiği bazı sanatçıların çalışmalarında bu mekanizma işlememektedir. Bu cümle tamamen oradaki televizyon yöneticilerine yönelik esprili bir mesaj niteliğindedir.
Öte yandan ‘Kürt’ kelimesini duyduğu anda kabalaşan bazı ‘ilkel’ insanların ‘yuhh’, ‘bölücü’ gibi onur kırıcı ve tahrikkar lafları üzerine sinirlenerek bu realiteyi, yani bu ülkede Kürtlerin de yaşadığı gerçeğini kabul etmeleri gerektiğini ve kabul etmeyenlerin tepesinden inmeyeceğimi söyledim; çünkü bana göre ‘kardeşlik’ değerini bu tahammülsüz insanlar çiğniyor ve kültürleri tam da bunlar bölüyordu. Kaldı ki ‘Tepelerinden inmeyeceğim.’ sözünün nasıl yorumlandığı değil, benim ne kastettiğim önemlidir. Zira bir sanatçının sahip olduğu en büyük silahı şarkılarıdır. Şarkılarımı söylemeye devam ederek tepenizde olacağım anlamına gelen bu sözler benim tamamen bireysel tepkimdir ve bundan başka bir sonuç çıkarılmasını da şahsıma yönelik büyük bir önyargı olarak görürüm.
Haber değeri niteliğinde başka bir dilden (örneğin İtalyanca, Arapça ya da İngilizce) şarkı söyleyeceğimi açıklasaydım, sizce yine benzeri nitelemelere maruz kalacak mıydım? Hayır! Oysa, gündelik hayatımızda her an yanı başımızda duyduğumuz bu dili bilmediğim halde, bilen ve konuşan milyonlarca insanla aynı topraklar üzerinde yaşıyor olmam gibi nesnel bir gerekçeden yola çıkarak bu dilden bir tek şarkı söyleme isteğim, benim milyonlarca dinleyicim, bütün bir Türkiye halkı ve en önemlisi çocuklarımın gözünde ‘bölücü’, ‘vatan haini’ gibi çok acımasız kavramlarla nitelenmeme neden olmalı mıydı sizce? Peki, bu nasıl bir kardeşlik anlayışı? Benim bir başka dilden bir tek şarkı söyleyeceğimi açıklamam, ülkenin ve neredeyse dünyanın gündemiymiş gibi, gazeteler tarafından sekiz sütuna manşet yapıldı. Bu nasıl bir tahammül ve hoşgörü anlayışıdır? Bu koparılan fırtına neticesinde bugün burada bulunuyor olmam ve Yüce Mahkeme’yi böyle bir dava ile meşgul ediyor olmam benim ayıbım mı?
Sayın Mahkeme;
Ben bugüne kadar hep toplumcu şarkılar söyledim.Ülkemde iyiye gitmeyen her şeyin karşısında oldum ve bunu açık sözlülükle yaptım. Düzelmesini istediğim her konuda duygumu da, düşüncemi de şarkılarımla dile getirdim ve annemin deyimiyle ‘dilimi tepeme çekip’ susmayı dürüstlük gibi görmediğim için yeni şarkılarım da aynı içerikte olacaktır. Bugüne kadar yapılan yüzlerce konser sözleşmesinde, ben yapılan sözlü ya da yazılı anlaşmaların hiç doğrudan tarafı olmadım. Benimle birlikte çalışan menajer, danışman ve organizasyonlardan sorumlu ekibim benim adıma ve beni temsilen yapılan teklifleri değerlendirip karar verdiler. Bana düşen, bütün diğer profesyonel sanatçıların yaptığı gibi istenen gün ve saatte sahne almak ve şarkılarımı söylemektir; ama ben bu konserlere beni kimin davet ettiğini bilirim ve bu konudaki hassasiyetimi benimle çalışan ekip de bilir. Buna rağmen, özellikle Avrupa ülkelerinde yapılan konserlerde salonun dekoru, güvenliği ya da denetimi gibi benim çok dışımda seyreden bu gibi işlerden de ben mi sorumlu olmalıyım? Veya ne kadar titiz davranırsam davranayım, çıktığım sahnede asılı duran bir panoyu fark etmemem, fark etsem bile bu, benim o panonun içeriğini paylaştığım ya da bundan sorumlu olduğum biçiminde mi yorumlanmalı?
Gündemi yakalayamayan medyanın yarattığı bu yapay gündem ve abartılan bu gereksiz tepkilerin içini açtığınızda, karşınızda, bir yandan müziğini yapan; ama diğer yandan da düşüncelerinde iki yüzlü davranmayan muhalif bir Ahmet Kaya mı görürsünüz, yoksa yaratılmaya çalışılan başka bir Ahmet Kaya mı?
Sayın Mahkeme;
Sizin yürek gözünüz bunların hangisini görür?
Yargılanmam sürecinde, suçlandığım konulara ilişkin gerçek kanıtlar istiyorum. Aylardır ülke ya da dünya medyasına hiçbir açıklama yapmadım; ama benim bir örgüte yardım ettiğimin ya da ülkemi bölmek istediğimin, hukukun gerektirdiği ciddiyette belgelenmesi gerekiyor; çünkü evrensel hukuk normları düzleminden baktığınızda, bu ülkenin imajının birkaç hırçın insan ve mevcut durumu abartan bazı yayın organları nedeniyle ve bu kadar basit bir biçimde bir kez daha zedelenmemesi gerekiyor. Bu dosya nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, ülkemizin hukuk değerlerinin oluştuğu bütün bir hukuk tarihi içinde yerini alacağı için soruyorum:
Şarkı söylemek ve duygularını açıklamaktan başka hiçbir eylemi olmayan profesyonel ve popüler bir sanatçının, ‘yardım ve yataklık’ gibi, ‘bölücülük’ gibi ağır ithamlarla karşı karşıya bırakılması kesinlikle çok ciddi bir suçlamadır ve mutlak surette aynı ciddiyette kanıtlar gerektirmektedir. Aylardır çok kolay bir biçimde kullanılan ‘bölücü’ nitelemesinin benim, çocuklarımın, ailemin ve halkın gözünde on beş yıllık bir ‘duruş’un ayaklar altında ezilmesinin yol açtığı mağduriyetimi kim telafi edecek? Bu suçlamalardan sonra, bunca yıldır emek verdiğim kasetlerim (ki içlerindeki şarkılar benim çocuklarım gibidir) kırıldı, yerlere atılıp çiğnendi, yasaklandı, toplatıldı, yakıldı. Medyanın yarattığı bu toplu cinnet halinden Türkiye’nin fayda göreceği mi umuluyordu? Çocuklarımın birer öğrenci olduğu da dikkate alındığında, onların arkadaşları ve okullarından oluşan sosyal çevreleri içersinde, bu acımasız basının oluşturduğu peşin infaz ve onların sırtına yüklediği bu kocaman yükün ya da onların beyinlerinde yol açtığı tahrifatın hesabını bana kim verecek?
Sayın Mahkeme;
İddianamenin ikinci sayfa, birinci paragrafında yer alan düşüncelere cevap vermek istiyorum;
Benim doğum günüm Cumhuriyetin ilan edildiği tarihle örtüştüğü için, Cumhuriyetin benim hayatımda daima özel bir anlamı olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içersinde yaşayan tüm insanların birbirleriyle sorunsuz ve kardeşçe yaşaması gerektiği konusundaki düşüncelerim sayın Savcının düşünceleri ile aynıdır.
Mahkemenize sunduğum video kasetinde yer alan, 1998 yaz ayları boyunca ülkenin birçok kentinde on binlerce insana şarkı söylediğim, bu konserlerde de vurguladığım ve savunduğum bir cümlem vardır; “Ben Türkiyeli bir demokrat ve devrimci olarak söylüyorum: Biz bu ülkeyi böldürtmeyeceğiz!” Buna rağmen, sanki konserlerdeki sözleri söyleyen sanatçı ben değilmişim gibi, iddianamede bunun tam tersi bir düşünceye yer verilmiştir.
Sayın Mahkeme;
İddianamenin temeli, bana göre bazı televizyon kanallarının bir ödül töreni gecesinde söz ettiğim yeni albüm çalışmamdan ibaret olan sözlerimi, altında başka amaçlar arayarak dizi film haline getirmesidir. Benim, halktan on binlerce insanın olduğu bir konserimde, taraf bir insan gibi konuşmam ya da bana yapıldığı gibi bir ayrımcılık yapmam söz konusu olsaydı (ki bugüne kadar asla olmamıştır) sayın Savcının iddialarını bir an ben de haklı bulabilirdim. O geceye ilişkin video kasetler bir kez daha ve sağduyu ile incelendiğinde, orada yapılan ayrımcılıktan benim canımın yandığı, inanılmaz derecede hakarete uğradığım ve mağdur edildiğim görülecektir.
İddianamenin ikinci sayfasındaki ikinci, üçüncü ve dördüncü paragraflarda açıklanan düşüncelere ben değil, sadece Kürt asıllı olmamdan yola çıkarak beni incitmeye çalışanlar muhatap olmalıdırlar; çünkü daha kelimeyi ilk duyuşlarında bağırarak gerilim yaratanlar ve oradaki sağduyu sahibi insanları tahrik etmeye çalışanlar, oradaki birkaç kişiden ibarettir. Yeni albümümden söz ederken seçtiğim kelimeler ve gösterdiğim dikkate rağmen, oradaki birkaç insanın hırçınlığı ve bazı medya mensuplarının kendi televizyon kanallarında bunu fazlasıyla abartmaları, beni kocaman bir toplumun önünde ‘hain’ ilan ederek rencide etmeye çalışmalarının arkasında, asıl ben başka şeyler görüyorum.
İddianamenin beşinci paragrafında yer alan ve bazı yayın organlarınca değiştirilerek ve tahrif edilerek, hatta başka anlamlar yüklenerek yer verilen “Ben Kürt asıllı olduğum için bu albümümde Kürtçe bir şarkıya yer vermeyi ve ona bir klip çekmeyi düşünüyorum.” biçimindeki cümlemi (ki doğru biçimi budur) bu en yalın haliyle yorumlarsanız, bunun çok doğal bir açıklamadan başka bir niyet taşımadığını göreceksiniz. Bu kadar net bir cümleyi hiç kimse canının istediği gibi yorumlamamalı ve ona başka anlamlar yüklememelidir. Öyle bir yaklaşımdan benim başka sonuçlar çıkarmam ve başka niyetler beklemem en doğal hakkım olacaktır sanıyorum.
Dünyanın herhangi bir yerinde, diyelim ki Amerika’da bir şarkıcı “Ben blues veya jazz söyleyeceğim.” dediğinde kendi halkını ‘açıkça ırk ayrımı yapmaya tahrik etmiş’ mi olacaktır? Kaldı ki müzik evrensel bir dildir. Hangi dilden söylenmiş olursa olsun, bir şarkı bir halkı bölmez. Bana yönelik saldırıların sahipleri eğer biraz vicdan muhasebesi yaparlarsa, “biz ve onlar” ruhundan kendilerini biraz daha arındırırlarsa bundan bütün bir toplum fayda sağlar.
O ödül gecesini içeren kasetler biraz daha vicdanî bir pencereden izlenirse, Sayın Savcı’nın dediği gibi orada bulunan ‘seçkin sanatçı ve davetlilerin’ değil, sadece birkaç kişinin hakaretleri ve gerçekten ayrımcılık içeren cümleleri daha iyi fark edilecektir. İşte o zaman da bu davanın ülkenin ve Sayın Mahkemenizin gündemini boşuna meşgul ettiği açıkça görülecektir.
İddianamenin ikinci sayfa, yedi, sekiz ve dokuzuncu paragraflarında sözü edilen konser 1993 yılında değil, hatırladığım kadarıyla 1994 yılında Berlin’de Demokratik Esnaflar Birliği’nin düzenlediği bir konser olabilir. 1993 yılında sanatçı arkadaşım Zuhal Olcay’ın da olduğu bir turne kapsamında Berlin’de bir konser daha yaptım ve o da bir örgüt değil, profesyonel bir organizasyon tarafından düzenlenmişti. Daha önce de belirttiğim gibi ben dünyanın her yerinde şarkılarımı söylerim. Benim organizasyonlarımı belirleyen ekibim, anlaşmalarını profesyonel bir zeminde sözlü yada yazılı olarak yapar ve ücretini alır. Kırk iki yaşında iki çocuk babası bir insan olarak hayatımı müzik yaparak kazanıyorum. Profesyonelim, bu ülkede vergi mükellefiyim ve yılda ortalama bir albüm ve birkaç halk konserinden elde ettiğim kazancım dışında hiçbir gelirim yoktur. Benim hayata ve çocuklarıma karşı kırk iki yıldır biriktirdiğim sorumluluklarım var ve emeğimi asla çiğnetmem. Bir tek örgüte tek kuruş maddî desteğim olmamıştır ve böyle bir iddiayı da asla kabul etmem.
Konserlerime toplumun her kesiminden ve her yaştan binlerce-on binlerce insan gelir. Bunların hiçbirinin siyasî ya da etnik kimliğinden ya da münferit davranışlarından ve taşkınlıklarından sorumlu olmam beklenemez sanırım. Binlerce insanın karşısında şarkı söyleyecek olmanın yarattığı ön heyecanla konser salonuna sahne sıram yaklaştığında gider ve kuliste sahneye çağrılmayı beklerim. Ancak bir sanatçı olarak, on binlerin önünde konser verirken birtakım insanların ya da grupların benim konserimi ve benim sahnemi başka amaçlarla kullanmasına izin vermem ve vermedim.
Bu anlamda bir kez daha altını çizerek belirtiyorum:
İddianamenin suçlamaya esas aldığı, Hürriyet Gazetesi’nin 14 Şubat 1999 tarihli sayısında yer alan “Ayıp Ettin Gözüm” başlıklı haber gerçekleri yansıtmamaktadır. Yukarıda da belirttiğim gibi, 1993 yılı sonbaharında sanatçı arkadaşım Zuhal Olcay’ın da olduğunu hatırladığım bir Avrupa turnesine orkestramla birlikte katıldım. Berlin dahil Avrupa’nın birçok kentinde bu arkadaşlarımla birlikte konserler verdim. Bu konserler arasında Almanya’da sadece PKK’nın katıldığı ve ‘Kürt İşadamları Derneği’ adlı bir kuruluşun düzenlediği ileri sürülen bir konsere katılmadım. Böyle bir derneğin gerçekte var olup olmadığını dahi bilmiyorum. Söz konusu gazete haberi üzerine yaptığım araştırmada 1994 yılı başlarında Berlin’de ‘Demokratik Esnaflar Birliği’ adlı bir kuruluş tarafından düzenlenen bir geceye katıldığımı tespit ettim. Geceyi düzenleyen ‘Demokratik Esnaflar Birliği’ tarafından gönderilen yazıda da belirtildiği üzere, bu gecenin hiçbir örgüt ya da başka bir kuruluşla ilgisi bulunmamaktadır. Bu kuruluş, hatırladığım kadarıyla Berlin’deki tüm yabancı esnafların bir araya gelip oluşturduğu bir meslekî kuruluştur.
Savcılık ifademde de belirttiğim gibi, sahne sıram gelinceye kadar sahneyi daha önceden görme şansım yoktu. Sahneye çıktıktan sonra fotoğrafta yer alan pankartı görsem dahi hiçbir şey yapamazdım. Konseri iptal etmem halinde salonu dolduran ve benim şarkılarımı dinlemek için gelmiş binlerce dinleyicinin haklı tepkisini alacak ve gecenin o atmosferinde, o salondan rahatlıkla ayrılabilmem bile mümkün olmayacaktı; ama sahneden fark ettiğim kadarıyla salonun çeşitli yerlerinde asılı başka pankartlar da vardı; fakat sahne ışıkları ve yüksek spotlardan dolayı benim onların içeriğini de görebilme şansım yoktu. Her zaman olduğu gibi kendi şarkılarımı söyledim ve sahneden ayrıldım. Bütün titizliğime rağmen bu konser sırasında çekilmiş olması mümkün olan fotoğrafın yıllar sonra ve tamamen gerçek dışı bir haberle birlikte kullanılması beni üzdü. Böyle bir fotoğrafın varlığı ve bunun bugüne kadar yayımlanmaması hiçbir ciddi habercilik anlayışıyla bağdaşmaz ve haberin gerçek dışı oluşunu ve başka amaçlara yönelik bir yayıncılık anlayışı olduğunu açıkça ortaya koyar. Bununla ilgili takdiri Sayın Mahkemenize bırakıyorum.
Dünyanın her yerinde bütün sanatçıların sahnede kendilerini ifade edebilmek için kullandıkları bir beden dili ve sahne showları vardır. Türkiye’de ve başka ülkelerde verdiğim bütün konserlerimde salonun dolu olması ve dinleyicinin coşkusunu kendi kişisel başarım olarak yorumladığım için, halkı simgesel olarak zafer ve barış işareti yaparak selamlarım. Bu, bana mal olmuş ve bilinen en tipik sahne selamımdır. Buna bazı televizyon görüntülerinde mutlaka sizler de rastlamış olmalısınız. Kaldı ki bu işaret dünyanın her yerinde politikacılar, sanatçılar, sporcular gibi, toplumun her kesiminden insanlarca kullanılan bir simgedir. Son günlerde Kosova’dan Sırplar tarafından göç ettirilen Arnavutlar ve onların çocukları tarafından da sıkça kullanılan bu işaret, victoria kelimesinin ilk harfini ve çoğu yerde de barışı simgeler. Hayatını iyiliğin ışığıyla korumaya çalışan benim gibi biri yaptığı için bu işarete başka hiçbir anlam yüklenmemeli ve bu başka türlü yorumlanmamalıdır.
İddianamenin ikinci sayfa, dokuzuncu paragrafında yer alan şarkı sözlerini, Türkiye’deki birçok konserimde de bu şekilde değiştirerek söyledim. Bu küçük değişiklikten başka anlamlar çıkarılmasına sadece çok şaşırıyorum. Bütün samimiyetimle şunun bilinmesini isterim ki bunu yaparken başka bazı şeyler hedefliyor olsam, benim kadar sözünü sakınmadan söyleyen bir insan takdir edersiniz ki bu kadar dolaylı bir yola başvurmaz.
“şimdilik hoşça kal yaban çiçeğim
yasal mermisiyle bir komiser yaklaşmakta” biçimindeki orijinal sözleri,
“şimdilik hoşça kal yaban çiçeğim yasal mermisiyle bir TC yaklaşmakta”
şeklinde söylemem, kanımca iddianamedeki gibi yorumlanamaz. En yalın haliyle; mermiyi polis kullanır, polis Türkiye Cumhuriyeti’nin polisidir ve devletin polisini şarkının sözel kalıbı içersinde bu şekilde ifade etmemden nasıl farklı bir sonuç çıkarılabilir? Çünkü şarkıdaki sözün özü şudur; ‘yasal mermisi ile Türkiye Cumhuriyeti’nin bir komiseri yaklaşmakta’.
‘Başım Belada’ adlı bu şarkımın bir başka yerinde;
“üstelik göğsümde, yani tam şuramda,
kirli sakalıyla bir eşkıya gezinmekte” yerine,
“üstelik göğsümde, yani tam şuramda,
kirli sakalıyla bir gerilla gezinmekte” dersem, bunun sakıncası ne olabilir? Her ikisi de dağlarda yaşar ve sakalları kirlidir. Kaldı ki şarkının bütünü dikkate alındığında, şarkıdaki mizah ve ironi zaten görülecektir. Sevgili Can Yücel’in ‘Sevgi Duvarı’ adlı şiirinde, ’sidikli kontes’ diye bir nitelemesi vardır. Yıllar önce ben bu şiiri bestelediğimde denetimden geçirilmemiş ve onu ‘pasaklı kontes’ biçiminde değiştirdiğimizde bu çok önemli (!) sakıncayı ortadan kaldırmıştık. Bu örneği, hukuk tarihi kendi komedisini yazdığında malzeme olması açısından verdim. Dünyanın uğraştığı ve çözüm bulmaya çalıştığı hayatî konularla bizim mahkemelerimizin gündemini işgal eden konular karşı karşıya getirildiğinde, ülke olarak dünyanın gidişatını neden çok geriden takip ettiğimiz daha iyi anlaşılsın ve sıradan bir şarkı sözüyle bir ülkenin bölünebileceği kompleksinden artık herkes kurtulabilsin diye verdim. Bu durumdan benim çıkardığım sonuç şu: Demek ki bundan böyle sahne showlarımda bunun bir parçası olarak, kendime ait şarkıları biraz değiştirip söylerken ciddi bir çekince yaşayacağım.
Örneğin bir şarkımda;
“örselendi aşklarım,
üstelik çok uzak bir diyardayım” sözlerini, konser verdiğim yere göre ’Hamburg’tayım ya da ‘Bayburt’tayım şeklinde yorumlamaktaydım.
Bir başka şarkımda;
“O mahur beste çalar, müjganla ben ağlaşırız” (ki müjgan burada kirpik anlamında kullanılmıştır) biçimindeki sözleri “Ayten’le ben ağlaşırız.” biçiminde değiştirerek söyleyebiliyorken bundan böyle söyleyemeyeceğim anlaşılıyor. Peki, size göre kendimi böyle daha mı özgür hissedeceğim?
Sayın Mahkeme;
Bir sanatçıya soluk alabileceği alanlar bırakılabilmeli ve her ‘durum’dan vazife çıkarılmamalıdır. Eşiğinde olduğumuz yüzyıl umarım sanatın ve sanatçının önünü bu anlayışa yer vermeyecek kadar açacaktır.
Yıllardır konserlerinde ısrarla “Biz bu ülkeyi böldürtmeyeceğiz.” diyen bir müzik adamını, yüzlerce yurtiçi ve yurtdışı konserlerinden sadece birinde sahneye bizzat bir harita asmış ve onun önünde “Biz bu ülkeyi böleceğiz.” demiş gibi bir mantıkla suçlamak ve bu mantıkla hazırlanmış bir iddianame ve 10.5 yıl gibi bir ceza talebi ile yargılamak, vicdanî temele dayalı hiçbir hukuk mantığına sığmaz.
Başkalarının üstü örtülü bir biçimde kabul ettiği ya da söylediğini, ben her zamanki açık sözlülüğümle bir kez daha söylüyorum:
Bizler bu ülkede yaşıyoruz. Bu ülkenin gerçeklerini içimize sindirebildiğimiz oranda bu ülkeye ve çağdaş insana yaraşan bir tavır içersinde olacağımıza ve bunun barış ve kardeşlik gibi güzel ve insanî erdemleri oluşturacağına inanıyorum.
Sayın Mahkeme;
Bir davayı daha arşivlerinize kaldırmadan, ek’te size sunduğum ve bu ülkede böyle düşünen aydınların varlığından sevinç duyduğum;
-21 Şubat 1999 tarihli Radikal gazetesinde, Yıldırım Türker’in “Ne Yapmalı” başlıklı yazısını,
-18-24 Şubat 1999 tarihli Aktüel dergisinde Defne Asal imzası ile yayımlanan “Sen Demirel misin be Ahmet” başlıklı yazıyı,
-Şubat 1999 tarihli Radikal gazetesinde, Arda Uskan imzalı “Ayıptır Ayıp” başlıklı yazıları, bu ülkede hoşgörü ve nesnel bir bakış açısından payımıza ne kadar düştüğünü anlamak açısından hassasiyetle okumanızı talep ediyorum.
Bütün eylemi şarkı söylemek olan bir insan olarak bu ‘ülkeyi bölme’ safsatasından bir an önce arındırılmak ve yine bu ülkenin Ahmet Kayası olarak dinleyicilerime, şarkılarıma, çocuklarıma, olağan hayatıma dönmek istiyorum.
Son olarak;
Çağımızda, dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir sağduyuya, hiçbir yargı vicdanına ya da evrensel hukuk çerçevesine oturtulamayacak olan bu yargılamadan beraatimi talep ediyor; bir repertuvar açıklaması ve bugün gündeme getirilen, ama yıllar önce yapılmış ve tam olarak anlaşılamayan bir konser görüntüsünden yola çıkarak beni ‘bölücü’, ‘hain’, ‘yavşak’ diye nitelendirenleri, bir gün aynı kısır ve çağa yakışmayan yaklaşımlarından kendilerinin ya da (hiç dilemem) çocuklarının zarar görmemesi ümidiyle ŞİMDİLİK kendi vicdanlarıyla baş başa bırakıyorum.
Takdir Mahkemenizindir.
Saygılarımla..
Ahmet Kaya
(1999 yılında Uluslar arası İnsan Hakları Kuruluşu -FIDH- Başkanı Patrick Baudoin, Paris Kürt Ensitüsü Başkanı Kendal Nezan ve Ahmet Kaya’nın avukatı Osman Ergin’in katılımı ile Paris’te yaptığı basın toplantısı…)
BASININ BÜTÜN TEMSİLCİLERİNE
MERHABA
Bizim geleneksel üslubumuzla hepiniz hoş geldiniz!
Son aylarda ülkemde basının aralıklı olarak gündeminde olmam ve yaşadığım olaylar dizisini, nedenleriyle birlikte sizlerle kısaca paylaşmak isteği duydum.
Aylardır benimle ilgili yapılan bütün haberlerde (haberin öznesi olmama rağmen) belgesiz, tanıksız ve yanlı yorumlarla hakkımda yığınla gerçek dışı haber üretildi.
Özellikle suskun kaldım; çünkü süre giden bir mahkemem vardı ve gerek hukuka olan saygım gerekse Mahkemeyi etkilememek adına sabırla beklemenin daha doğru olacağını düşündüm. Bundan kısa bir süre önce bir Avrupa ülkesinde gerçekleşen konserimin ardından üretilen haberler nedeniyle suskunluğumu bozdum ve ülkemde medyayı temsil eden herkese yazılı bir açıklama gönderdim. O açıklama kısaca beni ve düşüncelerimi içeriyordu. Sonuç; hiç kimse buna yer verme gereği duymadı.
Avrupa’nın çeşitli yerlerinde devam eden konserlerimden dolayı bir kez daha ve bizzat sizlerin karşısına çıkarak, yapılan haberlerin doğrudan tarafı olmamın da gerektirdiği hak ve sorumlulukla sizlere bir açıklama yapma ihtiyacı duyuyorum. Bunu yaparken hukuk yasaları tarafından yargılanmadan, suç ve ceza kavramlarını en sağlıklı ve çağa en yakışan biçimde irdelemeden infaz gerçekleştirmeye çalışanların yarattığı bu büyük haksızlığı iliklerimde hissettiğimi söylemek zorundayım.
Ben profesyonel bir sanatçıyım. Şarkı sözleri yazan, bestelerini yapan, yorumlayan ve milyonlarca satan bir sanatçıyım. Ve ülkem bana alışkın olmasa da muhalif bir sanatçıyım. Toplumcuyum. Beni rahatsız eden her şeyi müziğimle eleştiriyor ve müziğimle protesto ediyorum. Benim silahım bu. Duygu üreten herkes gibi benim gözümden de yaş akıtan hiçbir şey karşısında suskun kalamıyorum. Dünya sanat tarihinde olduğu gibi, benim ülkemin sanat tarihinde de toplumcu duruşlarını üretimlerine yansıtan bazı sanatçılar var ve onlar da kendi dönemlerinde benimle aynı kaderi paylaşmışlar. Bütün bir yüzyılı kapsayan bu kaderle, içine gireceğimiz yüzyılda da karşı karşıya kalmak bütün insanlık adına üzücü. Bir köşe yazarımızın dediği gibi, ben de düşüncelerin özgürce uçuştuğu bir dünyayı şiddetle özlüyor ve bütün insanlık gibi bunu hak ettiğimi düşünüyorum.
Üzülerek söylemeliyim ki beni ısrarla yanlış anlama tavrı içerisinde olan birçok gazete ve televizyon habercisi şu anda sağlıksız bir toplumsal psikolojiyle benim en demokratik hakkımı, savunma hakkımı elimden alma cabası içerisinde. Eminim ki şu anda hepinizin aklına aynı soru takıldı: Neden?
Şubat 1999 tarihinde beni de ödüllendiren bir kuruluşun düzenlediği toplantıda Kürt asıllı olduğumu, yeni albüm çalışmamda Kürtçe bir şarkı söylemek istediğimi, bu şarkıya bir klip çekeceğimi ve bunu yayımlayacak televizyon kanallarının varlığına da inandığımı söyledim. Sadece bu açıklamamdan dolayı beni ülkemi bölmekle, vatan haini olmakla suçlayan birkaç insanın hakaret dolu, incitici ve ayrımcı sözlerine karşılık, bu ülkede Kürtlerin de yaşadığı gerçeğini kabul etmelerini, etmeyenlerin tepesinden inmeyeceğimi söyleyerek oradan ayrıldım. Bu olaya gazete ve televizyonlarda günlerce ve ‘bölücü’, ‘vatan haini’ , ‘fikirsiz fikir suçlusu’ , ‘defol’ gibi başlıklarla yer verilmesi sonucunda hakkımda bir dava açıldı ve yurtdışına çıkışım, yargılandığım mahkeme tarafından yasaklandı. Oysa benim aylar önce mukavelesini imzaladığım ve yapmak zorunda olduğum bir turne çalışmam vardı. Devam eden duruşmalarımda avukatlarım bu yasağın kaldırılmasını talep etti. Mahkeme bu talebi haklı buldu ve ben konserimi gerçekleştirmek amacıyla yurtdışına çıktım. Bu konserlerin gerçekleştirilmesi sürecinde dinleyicilerimle (ki çoğunluğu kendi ülkemin insanları oluşturuyor) şarkı aralarında soluklanmak amacıyla yaptığım küçük sohbetler benim yokluğumda tamamen gerçek dışı, tehlikeli ve amaçlı yorumlarla ülkemin gazete ve televizyonlarında hiçbir belge ya da kanıta dayandırılmadan ve ne yazık ki pervasızca yer aldı. Hiç kimse bunun yaratacağı sonuçları düşünmek, değerlendirmek ve ondan sonra haber yapmak gibi bir sağduyu örneği göstermeden Ahmet Kaya’yı suçladı ve karar verdi: O ‘bir bölücü’, ‘vatan haini’, ‘bir şerefsiz’, ‘bir küstah’, ‘bir terörist’, ‘bir hergele’, ‘bir akıllanmaz-utanmaz’, ‘kin ve küfür kusan’, ‘herkes tarafından satın alınabilecek’ ve ‘Abdullah Öcalan gibi yargılanması gereken bir adam’! Bu adamı annesi, eşi, kızları, milyonlarca hayranı ve bütün bir Türkiye halkı önünde böyle nitelendiren gazete ve televizyonlar bunu neye dayandırıyorlardı ?
Birer örneğini yazılı olarak sizlere vereceğim bu açıklamamın ekinde göreceğiniz bazı gazete kupürlerini dikkatle okumanızı istiyorum. Sözünü ettiğim ödül gecesine değinerek “Kendime bir araba almıştım. Kırk iki yıldır bu ülkede yaşadığım ve ürettiğim halde, bir açıklamamdan dolayı o ödül töreninde beni bir gecede vatan haini ve bölücü olarak nitelendiren birkaç şerefsizin yüzünden o arabayı kullanamadım bile.” biçimindeki sözlerimi, “Ülkesindeki 64 milyon insana şerefsiz dedi.’’ başlığı ile veren gazete bunu hiçbir kanıta ya da belgeye dayandırmadan, bunun sonuçlarını hesap etmeden ve büyük bir sorumsuzlukla sekiz sütuna manşet yazma sorumsuzluğu gösterirken, ben aynı gazete ve aynı sütunlarda yer alan “Ben bölünmeyi savunmuyorum; ama Kürt realitesini kabul etmek lazım. Bu gözyaşının, bu acının bitmesi lazım. Biz bu ülkeyi böldürtmeyeceğiz.” biçimindeki cümlelerimin gazete başlığına taşınmasını isterdim. Benim bu anlamdaki barış yanlısı ve birleştirici tutumumun öne çıkarılmaması, aksine, bana ait olmayan sözlerle ve tamamen ön yargıyla yorumlanarak atılan başlıklarla neyin amaçlandığını yakın gelecekte benim içine düşürüleceğim durumu takip eden herkes görecektir. Dileğim bu yanlı, amaçlı, kıyıcı, ayrıştırıcı tutumdan hukukun yara almadan çıkmasıdır.
Ülkemin bir bölgesinde yıllardır süren ve bütün bir halkın yara aldığı bir sürecin değerlendirmesini yaparak ve bu sürecin yarattığı sonuçlardan dolayı özür dileyen Abdullah Öcalan’ın bu tavrının dikkate alınması gerektiğini söylemem, gazete ve televizyon haberinde “Ahmet Kaya bölücü başını övdü.” sözleriyle verilirse ben bunun altında çok ciddi birtakım amaçlar olduğunu ve en yalın haliyle bu amacın benim kolumu kanadımı tamamen kırmak olduğunu düşünürüm.
Dünyanın birçok ulusundan insanın yaşadığı bir ülkede yıllardır halkçı ve toplumcu yanını, insana değer veren yanını özellikle vurgulamış, bu anlamdaki duygularını şarkılarına yansıtmış bir insan olarak şu cümlemin altını özellikle çizmek istiyorum. Ben bu ülke halkına ‘şerefsiz’ demedim ve demem! Bu başlığı atanların benimle ilgili hesapları ne olursa olsun, bunun bana maliyeti ne olursa olsun , benim 64 milyon insana şerefsiz dediğimi hiçbir temele dayandırmadan iddia edenleri tarih önünde, halkın önünde kişisel vicdanlarıyla baş başa bırakıyorum. Yurt dışına çıkışım sırasında havaalanında benim ne zaman döneceğimi soran polise kullandığım bir cümleden söz ediliyor. Bu cümleyi doğrudan polise karşı kullanmak bir hakareti içerir ve bu cümleden dolayı polisin işlem yapması, hem de o anda işlem yapması gerekir. Ayrıca haber (!) üretmenin de bir adabı olması gerekir.
Ben şu anda buradayım; ama üzerinde ciddi oyunlar denenen sanatçı yanım her yerde. Ülkem ne yazık ki talihsiz bir dönemden geçmekte ve dünyanın her yerinde benimle aynı kategoride sanat üreten, dünyanın bütün dillerine, dinlerine ve kültürlerine yüreğini ve beynini açan sanatçı arkadaşlarım var. Vietnam’dan Afrika’ya, oradan Bosna’ya uzanan, dünyadaki bütün halkların yanında olduğunu her fırsatta ve özgürce ifade eden Bob Dylan, Paul Simon, Sting, Joan Baez, Sinead O’Connor gibi müzik tarihindeki yerlerini almış insanları büyük bir saygıyla selamlıyorum. Ben, sesimi şimdilik ülkemde iyiye gitmeyen şeylerle ilgili duyurmaya çalışıyorum. Bir başörtüsü sorunu gündemdeyken başka amaçlar taşımadığı sürece herkesin istediği gibi giyinme özgürlüğü olduğunu ve bunun, şiddet uygulamanın bir gerekçesi olamayacağını söylediğimde de anlaşılamamıştım. Yani ben hiç anlaşılamadım, hiç doğru anlaşılamadım. Buna rağmen şansımı inatla zorlamaktan yanayım. Yüreğim ve beynim, yaşadığım sürece dünyanın her yanında acı çeken halkların yanında olacak. Bunu yaparken sadece kendimden güç alacağım. Bunun bedeli beni yaşadığım topraklardan, ülkemden, halkımdan, işimden, ailemden, sevenlerimden koparmak bile olsa, ben ceketimi daima yağmurlara asacağım. Bir gün birileri nasılsa Kürt asıllı olduğu için Kürtçe bir tek şarkı söylemek isteyen bir adamın hiçbir ülkeyi bölmediğinin öyküsünü yazacak ve bu öyküyü okuyanlar şarkı söyleyen insanlardan ve şarkılardan korkulmaması gerektiğini anlayacaklardır. Süren mahkemem nedeniyle sizlerle bire bir konuşamamanın, sorularınıza açıklıkla tek tek cevap verememenin sıkıntısıyla yazdığım ve okuduğum bu uzun metnin, bu monoluğun beni birazcık da olsa ifade edebileceği umudu taşıdığımı söylemeliyim. Ben klasik bir kadere teslim olmak istemiyor ve öldükten sonra değil, şimdi anlaşılmak istiyorum. Beni doğru anlama yolundaki en küçük bir çabayı, bir sağduyu ve bir hoşgörüyü çok özlediğimi ve bunu içinde taşıyan herkesi içtenlikle selamladığımı söylemek istiyorum.
İnsanın kendisini asla tam olarak ifade edemediği bu sınırlı koşullar için beni bağışlamanızı diliyor ve geldiğiniz için hepinize teşekkür ediyorum.
(Ahmet Kaya’nın 1999 yılında İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde süren dava sırasında Türkiye basınına gönderdiği yazılı açıklaması…)
Merhaba;
Bana yapılan kocaman bir haksızlığı bu çağa, demokrasiye, insan haklarına-özgürlüklerine ve hukuka karşı yapılmış bir haksızlık olarak gördüğüm için sizlerle birlikte olmak istedim. Hangi ülke vatandaşı olursak olalım bizi buluşturan evrensel ve insanî değerlerin varolduğunu ve bu anlamda yalnız olmadığımı hissetmek istedim. İçine düşürüldüğüm durumu benimle paylaşmaya geldiğinizi ve benim sesim olacağınızı bilmek istedim. Bunun bana çok iyi geleceğini bilmenizi istedim. Bunun için hepiniz hoş geldiniz ve iyi ki geldiniz! Beni dünyanın herhangi bir ülkesinde (çağdaş ve demokratik bir hukuk devleti olma iddiası olan bir ülkede) bir birey olarak düşünün. Yaklaşık bir yıl öncesine kadar özgür bir biçimde olmasa da şarkılarını yazan-söyleyen, konserlerini yapan muhalif bir şarkıcıydım. Bir yıl önce, bana da ‘yılın sanatçısı’ ödülü verilen bir toplantıda, Kürt asıllı olduğum için yeni albümümde Kürtçe bir şarkı söyleyeceğimi açıkladım ve olanlar oldu. Hakkımda üç ayrı dava açıldı, bunlardan birincisi sonuçlandı ve 3 yıl 9 aylık bir cezaya çarptırıldım. Şu sıralar bu cezayla ilgili ‘gerekçeli kararın’ çıkmasını bekliyorum. Ben ve avukatlarım bu cezaya bir üst mahkeme olan Yargıtay’a başvurarak itiraz hakkımızı kullanacağız. O aşamada iç hukuk yollarının hiç tıkanmamasını ve benimle ilgili bu haksızlığın telafi edilmesini diliyorum. İddia makamına göre ben 1993 yılında Berlin’de bir konser yapmışım ve bu konserdeki sahnemde bir harita asılıymış ve bu haritada, şu anda yoğunlukla Kürtlerin yaşadığı, Türkiye’nin Güneydoğu bölgesi ‘Kürdistan’ olarak gösteriliyormuş. İddia makamı, içine Kuzey Irak’ı, Musul ve Kerkük’ü de alan bu harita fonunda bir konser yaptığımı ve buradan yola çıkarak benim PKK adlı örgüte yardım ve yataklık ettiğimi iddia ediyor ve bu iddiasını da fotomontaj olarak düzenlenmiş bir tek fotoğrafa dayandırıyor.
Şimdi;
On beş yıldır müzik hayatını profesyonel olarak sürdüren, milyonlarca albüm satan, onlarca ‘Yılın Sanatçısı’ ödülü sahibi olan, düzenli olarak vergisini ödeyen ve iki tane öğrenci kızı olan bir baba olarak ben, bir gecede ‘vatan haini’ ve ‘bölücü’ ilan ediliyorum. Ülkemde milyonlarca satan albümlerime televizyonlar, radyolar ve medya tarafından gizli bir ambargo uygulanıyor. Yeni albüm çalışmamı çıkaramıyor ve hakkımda yapılan birçok asılsız, yalan ve kurgu haber ve can güvenliğimin olmayışından dolayı ülkeme gidemiyor ve tam anlamıyla bir hukuk trajedisinin kurbanı edilmeye çalışılıyorum.
Peki, bütün bunlar neden yapılıyor?
Bana göre bunun nedenleri, benim Kürt asıllı olduğumu açıklamama gösterilen tahammülsüzlük. Bana uygulanan ve canımı yakan çağdışı bir ayrımcılık. Ülkemde yıllardır süren bir savaşın artık sona ermesi gerektiğini ve barış denen güzel kavramı savunmama gösterilen tepki. Muhalif oluşum, gerçek ve tüm mekanizmaları ile işleyen bir demokrasiyi ülkemde de görmek isteğim ve yıllardır sürdürülen ‘Kürtler’i yok sayma politikası.
Bir hukuk sistemi düşünün ki açılmış bir dava dosyasında delil-tanık-bulgu-kanıt gibi, adil yargılama sisteminin vazgeçilmezleri olan unsurlardan bir teki bile yer almasın. Öyle bir dava düşünün ki fotomontaj bir fotoğraftan yola çıkılarak bir insan ülkesini bölmeye çalışmakla suçlansın ve toplumun gözü önünde bütün saygınlığı ve prestiji ve sanat geçmişi ayaklar altına alınıp çiğnensin. Ve öyle bir hukuk sistemi düşünün ki asparagas denebilecek haberlerden yola çıkarak yurttaşlarını yargılasın ve evrensel hukuk normlarını hiçe sayarak cezalar versin. Kendi sanatçısını ya başka bir ülkede ve her şeye yeniden başlayarak yaşamaya ya da şarkılarını yıllarca bir hapishanede yapmaya ve söylemeye zorlasın. İşte şu anda ben bu iki tercih arasında duruyorum.
Uygarlık tarihi ve hukuk tarihi 2000’li yıllara adım attığımız şu dönemde bu ve benzeri uygulamalara tahammül gösterecekse bütün evrensel ve insanî değerleri yeniden gözden geçirmemiz gerekmez mi?
Hiçbirimizin ne etnik kökenini ne ülkemizi seçme şansımız yoktur; ama benim sizden bir farkım var; benden, şarkılarımı söyleyeceğim insanları, konserlerime gelen insanları, albümlerimi satın alıp ürettiğim müziği seven insanları ve onların etnik kimliklerini ve siyasal düşüncelerini de seçmem isteniyor. Daha da ötesinde, konserlerimi yaptığım salonların dekoru ve sahne düzenini, o salona ne gibi yazı ve pankartların asılacağını, bu konserleri dinlemeye gelen insanların davranış ve coşkularını da organize etmem isteniyor(!). Hiç abartmadan bu ‘durum komedisine’ bir katkım daha olsun bari. Yapılan bu haksızlıklar karşısında bana dolaylı olarak verilmek istenen mesaj şu: “Sesin güzel olabilir, iyi bir besteci olabilirsin; ama muhalif olduğun için sen bu işi bırak ve bu güzel sesle gidip pazarda limon sat!” Benim cevabımı merak ediyor musunuz? Evet, ben güzel sesli ve yetenekli; ama yine Kürt asıllı muhalif bir limoncu olurum!
Bu ironi bir yana, beni daha iyi anlayabilmeniz için sizlere en genel çizgileriyle düşüncelerimi özetlemek istiyorum:
Dünyanın bütün kültürlerine, dinlerine ve dillerine eşit mesafede duran, kendini hiçbir yere ait göremeyecek kadar dünya vatandaşı hisseden; ama bir yere ait bir kimlik sahibi olmak gerektiğinde, Kürt asıllı bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım.
Profesyonel müzik hayatım boyunca, yasa dışı ya da yasal hiçbir siyasi parti ya da örgüte üye olmadım, olamam da; çünkü sanat disiplin kaldıramayacak kadar özgürdür ve kendi içinde bütün parti ve örgütler üstü bir disipline ve hayatın iyiye doğru gitmesi yönünde bir işlevselliğe sahiptir. Özellikle muhalif sanat!
Benden kendisine ‘sadakat’ göstermemi isteyen bütün sistemleri reddedecek kadar özgür bir düşünceye sahibim.
Ben, ülkemin yakın tarihinin yıkıcı sonuçlarını silmesini ve bunu hayatın her alanına yaymasını istiyorum.
Benim mücadelem, dünyanın neresinde olursa olsun yok sayılan bütün ulusların ve kültürlerin varlığı kabul edilinceye kadar bitmeyecektir.
Benim beklentim, insanlığın içine düştüğü kaosun, 2000 ile başlayan yeni insanlık tarihinde düzenlenmesi ve hayatın insana en yaraşır hale getirilmesi yönündedir.
Benim lanetim, insanlık suçu işleyenler, hayatı bölenler, bazı değerleri hoyratça harcayanlar, insanları örseleyen ve onlara acı yaşatanlaradır.
Hukuk tarihi, beni yargılayan ve bana ceza verenleri kendi gurur tablosuna eklemeyecektir. Bunu biliyor ve hayatın adaletine daha çok inanıyorum.
Yeni bir çağın eşiğinde, ben, acı ile sınanmış, başta Kürt halkı olmak üzere, bütün dünya halklarının, artık yüzlerini dağlara dönüp ağlamasını istemiyorum!
Beni anlayabiliyor musunuz?
Hepinize bütün içtenliğimle teşekkür ediyorum.
Ahmet Kaya
(Ahmet kaya’nın 1999 yılında Paris/Sorbonne Üniversitesi’nde düzenlenen İnsan Hakları konulu panelde yaptığı konuşma…)
Sorbonne Konuşması
Merhaba;
Ben dünyadaki bütün alt ve üst kimlikleri reddeden, hiçbir sınır tanımayan ve kendini hiçbir yere ait görmeyen bir insanım. Şarkı söylüyorum ve benim şarkılarımı milyonlarca insan dinliyor. Şu sıralar hakkımda açılmış birkaç davadan yargılanan ve epeyce hapis cezası istenen bir insanım. Suçum, Kürt asıllı olduğumu söyleyerek Kürt dilinde bir şarkı söylemeyi talep etmem. Sanırım bu kısa bilgi beni ve beni yargılayan ülkeyi anlamanız ve irdelemeniz için yeterlidir.
Düşünceleri ve yaklaşımları ile bu çağı ve bugünü olabildiğince doğru analiz ettiklerini uzaktan da olsa bildiğim bu değerli konuşmacılar arasında bulunmam, bugün bana gurur veriyor; çünkü bu ve benzeri birçok toplantı/tartışmanın insanlığın önünü açacağına inancım sonsuz. Ben duygu üretiyorum, sayın konuşmacılar da düşünce... Birbirimize ihtiyacımız olduğunu biliyorum ve gündem başlığı ‘insan’ı ve onun sorunlarını oluşturduğu sürece de bu böyle olacaktır.
İzninizle, duygu üreten bir insan olarak toplantı konusuna ilişkin kısa düşüncelerimi de sizlerle paylaşayım: Her insan gibi benim de bir ulusal ve bir kültürel kimlikle tanınmam gerekiyorsa ben Kürt asıllı bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım. Ve benim için Kürtler 75 yıllık Türkiye Cumhuriyeti’nin Külkedisi (Sinderella)dir. Bu 75 yıl boyunca Kürtlerin öğrendiği birkaç Türkçe söz şöyledir: Kürt halkı diye bir halk yok, Kürt dili adlı bir dil yok, Kürt kültürü diye bir kültür yok, Ne Mutlu Türküm Diyene... Oysa burada gerek konuşmacı gerekse dinleyici olarak bulunan sizler böyle bir halkın varlığından haberdarsınız ve bu halkı ve onun kültürünü tanıyorsunuz, buna inanıyorum. 75 yıldır değişmeyen bu resmî söylem, iki kardeş halkın (Kürt ve Türk halkının) sadece acı yaşamasına neden olmuştur.
Türkiye’nin Güneydoğusu’nda son on beş-yirmi yıllık süreçte halkın oturduğu kahvelere“Sıkıyönetim Komutanlığı” imzasıyla “Burada Kürtçe Konuşmak Yasaktır” yazıları asılırdı. O bölgedeki savaşın sürmesine en büyük katkıya, hiçbir akla, mantığa ve sağduyuya sığmayan bu ve benzeri, o halkı yok sayan uygulamalar yol açmıştır.
Yakın zamanda TBMM’de bir milletvekili, bildiği diller arasında Kürtçe’yi de saydığında muhafazakar milletvekilleri ayaklandılar. Milyonlarca insanın konuştuğu bu dile karşı takınılan bu dışlayıcı tavırla bu devlet ya da bu toplum, Kürt halkının elinde tuttuğu varlık sebeplerini, hakları ve zenginlikleri koruyabilir mi?
Şu anda Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, 1991 yılında Sosyal Demokrat lider Erdal İnönü ile Türkiye’nin Güneydoğusu’na gittiğinde, “Kürt realitesini kabul ediyoruz.”demişti. Bu tarihten dokuz yıl sonra gelinen noktayı en iyi, kendimle örnekleyebilirim. Kendimi bildim bileli yasaklı bir dil olan anadilim Kürtçe’yi bilmediğim halde o dilde bir şarkı söyleme isteğim ve tıpkı Cumhurbaşkanının ifade ettiği gibi “Kürt realitesini tanımak zorundasınız.” biçimindeki bir cümleden dolayı yaşadığım topraklardan ve beslendiğim kültürden uzaktayım şu an.
Türkiye yakın tarihinin yıkıcı sonuçlarını silmek yerine toplumun önemli bir kesiminde dal budak veren kin ve intikam ağacının meyvelerini büyüterek, gündemini çözümsüzlüğe kilitlemiş durumda. Arkamızda bıraktığımız on beş yıllık sürecin tarafları, bu kin ve intikam duygularıyla birbirlerinin acılarını ya görmezden geliyor ya da birini diğerinden daha az meşru görüyor. Ulusal birlik ve bütünlüğümüzü korumak adına alınan önlemler(!) iki kardeş halk arasındaki sıcaklığı inanılmaz bir uçuruma dönüştürmeye yaramıştır.
2000 ile başlayacak olan tarih, bana göre, insanlığın içine düştüğü kaosu düzenleme ve hayatı insana en yaraşır hale getirme mücadelesinin tarihi olmak zorunda; çünkü bütün günahkar tarihlerin bir yüz akına ihtiyacı vardır.
2000’li yılların eşiğinde benim ülkemde otorite, halka ve onun sorunlarına hâlâ ataerkil dünyanın kavramları ile yaklaşmakta... Sadakat! Evet, otoriteye sadakat ve ‘meşru zeminlerde hak talebi’... Önce bu ‘meşru zemini’ sorgulamak lazım. Bu, sadece otoritenin dayattığı bir zemindir. Demokrasi benim ülkemde evrensel anlamını taşıyor olsaydı, ordu ile bütünleşen hiyerarşik devlet yapısı, Kürt halkından kendisini bu yapıya adamasını ve onun doğrularını hiç sorgulamadan kabul etmesini istemezdi. Oysa halktan istenen tam da budur. Devletin tercihlerini hiç tartışmayan ve kendi doğrularını üretmek için bile devlete bakan bir halk... Devlet, otoriter bir yönetim mekanizmasına razı olan sadakatli bir halka sahip olmak istiyor. Ve bütün yasal ve anayasal düzenlemeler bu mantık çerçevesinde hazırlanıyor. Oysa her sadakat talebi, toplumda içgüdüsel bir güvensizlik yaratmakta. Demokrasilerde ‘sadakat’ kelimesine yer yoktur. Hele de resmi ideolojiye sadakat!
Çok sesliliğe ve çok renkliliğe kapılarını ardına kadar açan toplumlar, bu sesler ve bu renkler arasında yakaladıkları armoninin keyfini çıkarırken kendini sadece griye bürümüş toplumların rengi her yeni çağda giderek matem rengi olan siyaha dönüşüyor.
İnsanlık tarihinin en büyük dramı, her yeni çağa yeni düşlerle adım atmasına rağmen, kendisinin seçmediği yasalarla yaşaması, yalnızlaşması ve ölmesidir.
Kürt halkını büyüten ve onun kaderini bir türlü tayin edemeyişini dünyanın gündemine taşıyan bu halkın yalnızlığı olmuş, geçmiş yüzyıldan onun payına sadece acı ve yas düşmüştür. Yeni bir çağın eşiğinde, ben, acı ile sınanmış başta Kürt halkı olmak üzere bütün dünya halklarının artık yüzlerini dağlara dönüp ağlamasını istemiyorum!
Hepinize teşekkürlerimle...
Ahmet Kaya